Kaybettiğimiz özgürlüğümüze ne zaman kavuşuruz ya da ne ölçüde kavuşuruz orasını bilmem… Bildiğim bir şey var, gündelik hayatımızda yaptığımız geziler, buluşmalar hatta hava almak için yaptığımız bir kısa yürüyüş bile göründüğünden çok daha değerliymiş. Virüs bizi öyle eğitti ki önceden ‘’Ben fırına gitmem.’’ der üşenirdik, şimdi ‘’Sabah olsa da ekmek almaya gitsem biraz evden çıkmış olurum.’’ diye düşünüyoruz. O da bir şey mi? Virüsten önce okula gitmek istemeyenler şimdi yüz yüze eğitime tekrar geçilmesi için sosyal medyada çalışma başlatıyor. Velhasıl, içinde bulunduğumuz süreç bizi biraz değiştirdi. Biraz demeyelim, bayağı değiştirdi… Ve şimdi en büyük ihtiyaçlarımızdan olan ‘’sosyalleşme’’, hiç olmadığı kadar kendini bize hatırlatıyor.
Sosyalleşmek bir ihtiyaç derlerdi hep; nefes almak, yemek yemek gibi… Gerçekten öyleymiş, yaşayarak öğrendik. Dünyanın bir ucundan çıkan virüs öğretti bunu bize. Ta Çin’de ortaya çıktı. Ha geldi ha gelecek dedik, geldi. Neredeyse 2 yıl geçti ve hâlâ bizimle. Sanırım onunla yaşamayı da öğreniyoruz. Gelir gelmez başladı bir şeyleri öğretmeye. Yahu çok hızlı başladın öğretmeye, bir otur, soluklan… Yok, durur mu? Önce eşten dosttan uzak durmayı öğrendik ışık hızıyla. Uzak durmak da yetmedi, ayrı kaldık. İnsan sevdiğinin yanında olurdu önceden. Şimdiyse gözden ırak, gönüle yakın oldu. Sonra bir curcunadır başladı… Eve gelen her ürün bir güzel yıkandı. O da yetmedi, balkonda bekledi, hava aldı. Kolonyalar, dezenfektanlar her eve, her araca, içinde insan olan her yere ulaştı. Hiç olmadık yerde bile limon kolonyası kokusu geldi burnumuza. Hatta kolonyanın kokusundan markasını tanır olduk. Biz artık değişimin bir yerinden başlamışken virüs gittikçe daha fazla yayıldı. O yayıldıkça biz öğreniyorduk. Gün oldu, evlere kapanmak zorunda kaldık. Millî bayramlarımızı balkonlardan kutladık. Hem de öyle bir kutladık ki apartman girişinde selam vermediğimiz komşuyla balkondan balkona İzmir Marşı söyleyerek. Biz balkondan Neşet Ertaş türküsü söyledik, alkış tuttuk, sokaktaki temizlik işçisi dans etti. Hoca camiden dua okudu, biz balkondan âmin dedik. Hem de tüm mahalle… Bizim virüs, birlik olmayı da öğretmişti artık. O da yetmedi, evde pasta börek yapmayı öğrendik. Egzersiz yapma alışkanlığı edindik. Zamanımızı nasıl değerlendiririz sorusunun cevabının peşine düştük. Kitap okuduk, film izledik, tuval boyadık… Ailecek sohbet ettik saatlerce. Dostlarımızla görüntülü konuştuk, çevrim içi eğitimlere katıldık. Tüm bunları yaparken virüsün yol alışını da takip ettik…
Neyse, fazla uzatmadan sözün büyüğüne gelelim. Bizim bakkal Ahmet amca, sizin kuaför Sibel abla çok zor geçindi bu süreçte, hâlâ da geçinmeye çalışıyor. Arı gibi bir evden ötekine yiyecek taşıyan kurye Hakan yoruldu, turizmci Aysun işsiz kaldı. Ağrı’nın bir köyünde internete ulaşmaya çalışan öğrenci köyün en yüksek yerlerine çıktı. Yaşamak şakaya gelmezdi, ciddiye almak gerekirdi yaşamayı ama bir maskeyi takmaktan acizdik. Bilançoyu kendi ellerimizle ağırlaştırdık. Yakınlarımızı kaybettik. Cephenin en ön safında virüsle savaşan sağlık çalışanlarımızı kaybettik. Hemşireler, doktorlar, eczacılar… Hatta büyük bilim insanlarımıza da elveda dedik. Beyaz önlükleriyle, kimse onları zorlamadığı halde, hiç tanımadıkları insanlar için ölebilecek kadar ciddiye almışlardı yaşamayı. Hem de en güzel, en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildikleri halde…