Sanıyorum ki yıldızların hiçbiri o sıralar henüz doğurulmamış olduğundan tepemizde dikilmekle muvazzaf kılınmış yegane şey biçare ay idi. Çünkü ay, hiçbir zaman diliminde hiç kimse tarafından doğurulmamıştı.

Fakat çevrem dört duvarla kuşatılmış olsa gerekti ki henüz aymamıştım. (Ayın üzerimdeki tesiri budur işte; aydırır beni. Ayılmak değil; aymak.)

Öyle olsa gerekti diyorum çünkü -dostlarım- emin olamıyorum. Ay, söz konusu duvarların içinden geçiyor olabilir. Bu durumda ben, yalancı konumuna düşmüş olurum. Ya da duvarlar Regal'in bana oynadığı alçakça bir oyundan başka şey değildir. Anlarsınız ya! Şarkı söyleten sıvılarla bihakkın dolu vaziyette bir mideye sahipseniz oyuna gelmeniz pek tabii kaçınılmazdır.

Her şey bir zamandır hayli karmaşık. Öyle ki, önümdeki kadehe akseden suratım insanı dehşete düşürecek ölçüde çirkin olmasaydı bana ait olduğunun bilincine varamaz ve bir çığlık koparırdım.

"Kadehimde bir adam var!"

Tüm yüzler birbirine benziyor. Sadece çirkin olanları diğerlerinden ayırabiliyorum. Mesela şuradaki iki kadın. Birinin sağ burun deliğinin hemen altında bir et beni var. Bu kara bir uçuğu andırıyor. Dudakları ise yok denecek denli ince olduğundan, konuştuğu sırada diş etlerinin tamamını görebiliyorum. Kocaman, çarpık dişleri var. Bu midemi bulandırıyor. Yanındaki kadını ise daha önce milyonlarca kez görmüş gibiyim. Yolda rast geldiğim her kadından furuksuz. Ayırt etmek zor. Çok zor.

Neyse ki annem çirkinleri diğerlerinden ayırt etme yetisine sahip olmanın da bir şey olduğunu söyledi.

Annem, yanılmaz.

Şimdi bacaklarımı bar taburesinin ayaklarına dolamış bir şeyler olmasını bekliyorum. Yanıp sönen mavi-kırmızı ışıklar fahişelerin suratına acayip gölgeler düşürüyor. Fakat hatırlamak güç. Olacaksa olsun artık. Sonra, sanırım, bir şarkı başlıyor.

Say it's the same sun

Spinning in the same sky

Say it's the same stars

Streaming in the same night

Hatırlıyorum. Bugün bir adamı kafasından vurdum. Hayır, dün. Geçen hafta, evet. Bugün, tanrım, bugün! O kadar zaman geçmiş olamaz.

"Geçtiğimiz ayın ikinci perşembesi."

Geçtiğimiz ayın ikinci perşembesi.

Ne?

"Ne?"

Bir kahkaha.

"Boktan hayatına son vermek için kafana namluyu dayamıştın, ahmak. Seni gördüm. Durdurmaya çalıştım. Ama sen ne yaptın? Beni vurdun. Beni vurdun!"

"Anne."

Adam değil, bir kadın. Bir kadını kafasından vurdum, evet. Geçtiğimiz ayın ikinci perşembesi bir kadını, annemi, kafasından vurdum. Boktan hayatıma son vermek için kafama namluyu dayamıştım. Beni gördü ve durdurmaya çalıştı ve ben onu vurdum. Onu vurdum, tanrım! Annemi! Annemi kafasından vurdum!"

"Çabuk öğreniyorsun."

O anda sesin bana ait olmadığını fark edip dehşete düştüm. Uzun zamandır konuşmuyor olduğumdan sesimin neye benzediğini unutmuştum, evet fakat her şeyden önce bu bir kadının sesiydi ve bildiğim bir şey varsa bu, kadın olmadığımdı. Kadın olmadığımdan emindim. Kadın mıydım? Anlamak çok zor, yemin ederim. Beynim hiç olmadığı denli bulanıktı.

 Arkama baktım. Sağıma, soluma, sonra ikinci ve üçüncü ve dördüncü kez arkama.

Kahkaha.

Şarabımdan bir yudum almak için kadehime doğru eğildiğimde fark ettim. Kadehin cam yüzeyine yansıyan şey bir kadının suratıydı. Annem.

"Beni vurdun!"

Elimi tutmamalı ve işimi bitirmeme izin vermeliydin.

"Beni vurdun!"

Ellerin çok ılık ve buruşuktu. Dayanamadım.

"Beni vurdun! Beni vurdun! Beni vurdun!"

Ağlamaya başladım.

"Beni vurdun. Gerçekten, kelimenin tam anlamıyla, hem de hiç düşünmeden vurdun beni."

"Seni vurdum! Seni vurdum! Tanrı'm, seni cidden vurdum!"

Bir çığlık koptu. Ardından sesli hıçkırıklar.

"Sus, lütfen! Tanrı'm, lütfen!"

Devam.

"Sus!"

Devam.

Kadehi içki raflarına fırlattım.

Sesler kesildi.

Şimdi herkes bana bakıyordu.

Onu vurmuştum. Annem öyle söylemişti. Annem, yanılmazdı.






Re