Irak işgalinin sekizinci yılına giriyoruz ve savaş yavaş yavaş bitmek üzere. 11 Eylül’den bu yana çok petrol aktı ama insanlar hâlâ o günkü gibi kızgın ve nefret dolu. Bütün bu komplo teorilerini bir köşeye atacak olursak o gün yaşananlar asla hafife alınmamalı, 10 milyar doların üstünde kayıp yaşandı ve yaklaşık üç bin insan öldü. Ama bu haklı bir dava mı? Yoksa Papa'nın yalanlarıyla sürüklenen Haçlı Şövalyeleri'nden farksız mıyız? Sanırım çok da umurumda değil.

 

Defterime sivri ok başları çizip bir yandan da sıkıcı masa başı işlerini yaparken telsizim çaldı. “30 Merkez, Muhammed’den ne haber? Tamam.” Bu bizim Matthew olmalı, ben çadırımda masa başı işleriyle uğraşırken onlar da devriyeye çıkmışlardı. Telsizin düğmesine bastım ve birkaç saniye bekledikten sonra konuşmaya başladım. “30 Merkez, anlaşıldı. Haber yok. Tamam.” Şu Muhammed de olmasa yemin ediyorum bu çölde başka bir eğlence yok. Kumar oynamak da iyice baymaya başladı, içki de tat vermiyor artık. Savaş zaten yakında bitecek, sıkıntıdan minarelere ateş ediyoruz, arada sırada delirmiş bir adam bulursak onunla alay ediyorduk ama o bile sıktı. İşte Muhammed burada kendini gösteriyor. Onun sayesinde üç beş çatışmaya girebiliyoruz, hayatımız Hollywood filmine dönüyor.


Oturduğum sandalyede sıkıntıdan uyuklamaya başlıyordum. Masanın ucundaki mataradan bir yudum su aldım ve ayılmak için gerindim. Sanki bütün omurgam yerine oturmuştu, sırtımdaki küçük bir ağrıdan ve baş dönmesinden sonra bir rahatlama geldi. O sırada Yüzbaşı Luke çadırımdan içeri kafasını uzattı, salakça bir sırıtış vardı yüzünde. “Hey Johnny, dışarıda eğlence var.” Şimdi fark ediyorum, dışarıdaki salaklar anıra anıra gülüyorlar. Başımı ovdum ve dışarı çıktım.

 

Akşam oluyordu, ekipler köylerden üste geri dönüyorlardı. Meydandaki askerler aklını kaçırmış bir sıska bir adama kemerlerinin demir başlarını topuz yapmış, gelişine vuruyorlardı. Er Marcus’un yanına gittim, sandalyesinde gerilip elindeki kahvesini içip olanlara gülüyordu. “Lan, ne halt karıştırıyor bu ibneler?” dedim. Marcus kahvesinden bir yudum aldı “Delinin teki işte, ne olacak.” dedi. Adamı izlemeye başladım, bir o yana bir bu yana kaçmaya çalışıyordu ama takımımızdan altı kişi adamı nereye kaçsa sıkıştırıp dövüyordu. “Dombilinin teki, geberse daha iyi. Kahve var mı?” dedim. Marcus “İçeride toz olacaktı, onla yaparsın ama dur şimdi.” Marcus eliyle zavallının arkasındaki kameralı adamları gösterdi. “Şu kameralı adamları görüyorsun değil mi? Ha onlar bizim konuklarımız, gazeteciler. Yakında savaşın biteceğinden bahsediyorlar, biraz üzücü tabii. Savaş olmasa bizden bir bok olmaz.”

 

Konuklara baktım, fotoğraf çekiyorlardı. Çok gençlerdi, olanları nedense dehşete düşmüş şekilde izliyorlardı. Konuklarımızı dehşete düşüren ama bizim akşamı şenlendiren bir performanstı. Dikkatli bakınca cidden büyük bir çaba vardı, bir sirkte gibiydik. Hatta köyün delisiyle oynayan çocuklara bakıyorum şu an. “Tamam kanka, kes tatavayı da sadede gel. Nereden buldunuz şu adamı?” Marcus sakince “Matthew takip görevindeyken bulmuş, daha doğrusu bu adamı satan bir büyücü bir kadın varmış, adamın annesiymiş. Bu adamı da o cadı karıdan aldık ama baya sıkıyor kadın, tam kazıkçı. Çocuğu olduğunu söylüyor. O kadın götümüzden donumuzu alır bizim.” Attığı kahkaha çok çirkindi. “Her neyse işte kadın bize bu şişkoyu bir günlüğüne kiraladı, biz de böyle mal gibi eğleniyoruz işte.” Kahvesinden bir yudum daha aldı. İkimiz de pek konuşmadık, sadece şişkonun çığlıkları, kahkaha sesleri ve şapırtılarımız geliyordu. Ben bu sessizliği saçma bir soruyla bozmak istedim. “Donanmaya neden katıldın Marcus?” Yüzüme bile bakmadı, adamın yediği dayağı izlerken sorumu cevapladı. “Bilmiyorum, orospular için olabilir ya da uyuşturucu işinden keyif almadığımdan olabilir. Sonuçta ben de en az Thomas kadar şizofrenim, hatırlasana oğlum. O salak çocuk rüyasında kendisini döven akrabasının dükkanına kurşun yağdırdı, o yüzden buraya kaçtı.” dedi Marcus. Sessiz kalmak pek hoşuma gitmiyordu, o zaman daha malca bir soru daha sormalıydım. “Peki, geri döndüğünde ne yapacaksın?” Marcus bu sefer bana döndü. “Amerika’nın başka bir savaş çıkarmasını bekleyeceğim.” İkimiz de kocaman bir kahkaha attık. Marcus devam etti. “Şaka bir yana ben de ne yapacağımı bilmiyorum. David-Monthan hava üssünü hatırlıyordun değil mi? David-Monthan hava üssü 4400 civarı uçağı barındırıyor ve sanki bazıları birkaç saat önce buraya getirilmiş, bazıları kumun aşındırıcı etkisinden korunmak için örtülü tutuluyor, ha benim o uçaklar kadar değerim yok. O uçakların üzerine konulan çarşaflardan birini bana vermezler. Söyle bana kaç tane gazi evsiz?” Bir an duraksadım, kekeleyerek “5000 falan mı?” dedim. Marcus gülmekten az daha sandalyesinden düşecekti. “Abi sen daha bir bok bilmiyorsun. 40,056 kişi, biz de gittiğimizde bu rakam 50.000’i aşacak. O yüzden savaşın bitmesini istemiyorum.” Biz sohbet ederken Yüzbaşı Luke yanımıza geldi. “Ne yapıyorsunuz lan ibneler?” dedi. Marcus oturduğu koltuktan kalktı. “Efendim, hazır bekliyoruz.” Yüzbaşı Luke meydandaki adamlara bakıp güldü. “Şu öküzü gördükçe keyfim yerine geliyor.” Luke meydandaki adamlara doğru bağırdı. “Hey James, o öküzü ağıla mı sokmaya çalışıyorsun? “James'in yanındaki Er Jan elinde yastıkla hazır ola geçti ve ağzından bir şeyler geveledi ama tam da anladım ama Yüzbaşı Luke’un kulakları benden daha keskindi. Yüzbaşı kulağımı ağrıtacak bir kahkaha patlattıktan sonra -boğazına kaçan tükürükten olsa gerek- boğazı yırtılıyor gibi öksürmeye başladı. Yüzbaşı öksürerek yanımızdan uzaklaştı.

 

Biz muhabbet ederken ufukta bir Humvee gördüm. Toz toprak içerisinde kalmış araç kampa yaklaşıyordu. Kampın ağzından girdi, aracın arkasına iki tane Arap bağlamış, sürüklüyorlardı. Aracı diğer Humveelerin yanına park ettiler. İki Arap hâlâ canlılardı, çektikleri acıyı yüz metre öteden hissedebiliyordum. Askerler araçtan indi, aralarında Matthew da vardı. Dombiliyi döven erlerin yanından geçtim ve Matthew’un yanına geldim. “Lan piçler, ganimetle dönmüşsünüz.” dedim. Matthew da cebinden bir CD kutusu çıkardı. “Ganimet bu, Muhammed hakkında bilgi ele geçirdik.” Araplara baktım, birine var gücümle tekme attıktan sonra Matthew’a döndüm. “Peki, bunları neden sürükledin, işinizi bitirdikten sonra kafalarına sıksaydınız.” Matthew adamların bağlarını çözerken bir yandan benimle konuştu. “Şerefsizler beni çok yordu.” Biz bunları konuşurken yanımıza gazeteciler geldi. “Ne oldu?” sorusuna cevap vermediler. Gençlerin dudakları kurumuş ve boyunları aşınmıştı. Matthew da “Kalkın lan.” dedi. Matthew Arapları Humvee’ye tekrar bağladı. Elini çırpıp temizledikten sonra cebine soktuğu CD’yi bana uzattı. “John al şunu güzelce incele, bir şey bulursan haberim olsun.” Matthew araca bindi ve harekete geçti. Aracın içerisinden birisi gazetecilere “Fotoğraf çekerseniz sizi vururuz. Hatta makinaları kırıp parçalayın.” dedi ve arkasındaki Arapları sürükleyerek boş bir araziye sürükledi. Bizim çocuklar fotoğraf makinalarını kırarken ben de çadırıma gittim.

 

Masadaki bilgisayarı açtım ve CD’yi okutucuya yerleştirdim. CD’nin içinde bir ses dosyası vardı, kulaklığımı takıp dinlemeye başladım. “Ben Muhammed, Abir Kasım Hamza El Cenabi’nin erkek kardeşiyim. Ailemi katlettiğiniz gün keşke beni ve küçük kardeşimin gittiği okulu da bombalasaydınız, sonuçta yapmadığınız bir şey değil. Ama yapmadınız ve ülkenizin başına büyük bir bela aldınız. Bu ses kaydını bulmanızı istedim, çünkü size söylemek istediğim birkaç sözüm var. İlk olarak ben sizin amınıza koyayım, şerefsiz orospu çocukları sizi, umarım haberlerde göreceğiniz videolar hoşunuza gider. İkinci olarak ben de yakında haberlere çıkıyorum ama beni Muhammed ismiyle bulamayacaksınız. Belki California’da belki Washington’da olacağım, belki de üniversitelerde ya da küçük bir tarikatın içinde. Asla bilemeyeceksiniz ama ben size oradan zarar vermeye devam edeceğim. Memleketinizi karıştıracağım, belki bombalı saldırıyla belki de bomba gibi bir haberle, sizi rahat bırakmayacağım, bundan emin olun orospu çocukları.”

Ses kaydı burada bitti, Yüzbaşı Luke’a haber vermeliyim, sanırım eve dönüyoruz.