Yaşı itibarıyla her geçen gün kendisinin ölüme yaklaştığını hissetmesi ile izleyiciyi çocukluk ve gençlik dönemine dair bir yolculuğa çıkaran emekli doktor Isak Borg’u izlerken kendi yaşamınızı gözden geçirmekten alıkoyamayacaksınız.


Bir buçuk saat süren bu yolculukta, kahramanın son zamanlarda görmeye başladığı kabusların içinde yer alan “zamanın adeta su gibi akıp gittiği ve kaybolduğu” izlenimi veren yelkovan ve akrepsiz saatleri ve kendisini bir tabutun içinde gören Isak’ın yaşamına tanık oluyoruz. Bu tanıklıkta “hayatı anlamlı kılmak” üzerine debelenip durmaya çalışırken en basit mutluluklardan kendimizi mahrum ettiğimiz gerçeğiyle karşılaşmamak elde değil. Kabuslarında gördüğü saat, tabut, tabutu taşıyan araba ve şehrin ıssızlığı bizlere derin bir yalnızlık ve korku hissettiriyor. Filmin siyah beyaz olması da gösterilen tüm bu nesnelerin daha korkutucu görünmesinde etkili oluyor.


Dili İsveçce olan film, 78 yaşındaki emekli doktorun “onur ödülü” alacağı için Stockholm’dan Lund’a gideceği seyahat öncesi, sırası ve sonrasında yaşadıkları ile birlikte insanın çoğu zaman en emin olduğu konularda bile ikileme düşebildiğini anlatıyor. Victor Sjöström’ün hayat verdiği Isak Borg’un mesleğiyle ilgili onur ödülü alacağı vakit hayatını sorgulaması da bir tesadüf değil. Bu ödül onun için yalnızca mesleği için değil hayatının tamamındaki başarı ve başarısızlıklarının bir sembolü gibi.Yaşamını gözden geçirdiğinde meslek hayatındaki başarılarına rağmen bu ödülü bile hak edip etmediği ile ilgili kaygıya kapılıyor. Onur ödülünün takdimi sırasında ise bir zamanlar akademilerin eğitim dili olan ve tıp terminolojisindeki terimlerin pek çoğunun kökeni olan Latince sözlerle karşılaşıyoruz. Günlük hayatta kullanılmayan bir dil olsa da diğer dillerin gelişmesini ve etkilemesini sağlaması ile adeta bilgeliği sembolize ediyor.


Isak için geçmişe dönmek huzursuz edici bir yolculuk olmasa da içinde ukde kalan bir şeyler olduğunu görüyoruz. Ama bir şeylerin değişmesi için zaman kalmamış gibi görünse de atacağı tek bir adımın yeterli olabileceğini fark etmemiz zaman almıyor. Isak için gerek eş seçimi gerek ebeveyn olma yolculuğu da tüm bu sorgulamalara dahil. Kendisinin yaş alma hızının aksine iç dünyasına yaptığı bu yolculuk bir o kadar yavaş ve sakin. Başka bir şehre yetişme telaşına rağmen hem de.


Isak’ın gençliğinde gerçekleşmediği için üzüldüğü çoğu olayın da etkisiyle onu giderek huysuz bir adama dönüştüren ve nihayetinde yalnız kalmasına sebep olan ruh hali ile annesinin yalnızlığı benzerlik taşıyor. Lund’a varmadan önce annesini de ziyaret eden Isak’ın annesi oğlundan farksız. Huysuz ve bir o kadar sert görünüşlü kadın, oğlu ve gelini Marianne Borg’u (Ingrid Thulin tarafından canlandırılan karakter) hoş karşılamayan kadının “mutlu bir gençlik” yaşamayan insanların takındığı, hiçbir şeyden memnun olmayan tavra sahip olduğunu fark ediyoruz.


Isak Borg’un oğluyla olan ilişkisi de tıpkı kendisi ve annesinin iletişimi gibi. Borç olarak verdiği para yüzünden evlilikleri sarsılan oğlu

Evald Borg da babası gibi mutsuz ve çevresini de bu mutsuzlukla cezalandırmaya çalışan birisi. Yaşamdan keyif almayan ve yalnızca sorumluluklarını yerine getirmeye çalışan Evald’in aksine eşi Marianne ise bir o kadar güler yüzlü ve iyimser. Tüm bu aile ilişkilerinin değişimine sebep olabilecek şey ise Isak’ın tavrı olur. Aile büyüğü olarak takındığı tavrın oğlu ve eşinin yaşamına da olumlu etkisinin olması, Isak’ın tüm bu sorgulama serüveninin içindeki değişimlerden birisi olacaktır.


Yolculuklarında rastladıkları kişilerden birisi olan genç kız ise Isak’ın sevilmeyen ve aksi yönlerine rağmen onu unutmayacağını söylüyor. Bunu söylerken de kötü değil iyi yönlerini kastediyor. Bibi Andersson’ın oynadığı karakter gerek yaşı, gerek tavrından dolayı tam da ayakların yere basmadığı, havai gençlik yıllarının bir temsili olmuş ve yolculukta herkesin ciddiyetine karşılık ortamı yumuşatan bir tavra bürünmüş halde. Bibi Andersson’ın bu karakter dışında canlandırdığı rol ise Isak’ın evlenmeyi düşündüğü kuzeni olan Sara. Sara ise Isak’a değil onun kardeşine aşık. Her iki karakterin de aynı isim tarafından canlandırılması bize, Isak’ın yaşamında önce ona acı veren bir olayın sebebi olan Sara’nın daha sonra yolculukta karşılaştığı uçarı genç kıza dönüşümü ve onun övgü dolu sözleri ile bir zamanlar ona karşı beslemiş olabileceği öfkeden eser kalmamış olduğunu anlatmaya çalışır gibi.


Filmin senaryosu ve yönetmenliği İsveçli Ingmar Bergman’a ait.1960 yılında Yabancı Dilde En İyi Film dalında Altın Küre kazanan filmin isminin Yaban Çilekleri olması ise Isak’ın evlenmeyi düşündüğü kadın olan Sara’nın bahçede sonradan bir aile büyüğüne hediye olarak vermek için topladığı yaban çileklerine atıf. Sara’nın Isak yerine onun kardeşi olan Sigfrid ile evlenmesi tüm hayatını değiştirecek olan olaylardan birisi, bu nedenle yaban çilekleri de önünden film şeridi gibi akıp geçen hayatının içindeki en önemli sembollerden birisi.


İnsanın öleceğini bilen ama unutan bir varlık olması sebebiyle yaşamda çoğu şey için zamanımız olduğunu düşünmemiz yaşamın yanıltıcı yanlarından birisi. Bu film vakit varken değiştirmek istenilen şeyler için harekete geçmenin tam zamanı olabileceğini hatırlatıyor.


Fotoğraf için kaynak: https://daragacisanat.com/2021/05/07/yalnizlik-secimi-yaban-cilekleri-filmi/