Kış geldi küçük şehrimize. Kuşlar yine yok oldular. Bir yerlerde üşüyorlar belki, belki donup öldüler… Kış, şehrin kasvetiyle birleşip; ruhumu sıkmaya başladı çoktan. Zincirler daha çok sıkıyor artık ayaklarımı. Bir kuş olsam ben de, soğuk memleketlerden uçup gitsem uzaklara… Kurtulacağım onlardan bir gün, söz verdim kendime.  İşimden,  Elif’ten, kendimden ve karımdan. Hepsini bırakacağım sonunda. İlk insanlar kadar özgür ve mutlu olacağım. Bankaları, avukatları ve borçları geride bırakıp kaçacağım onlardan. Ama kurtulamıyorum henüz ondan. Ne yapsam beni bırakıp gitmiyor. Hep aynı yalanlar.

“Abim gelecek, beni alıp götürecek.”

Ona cevap veremiyorum. Neden onun gibi bir kadını istemiştim hatırlamıyorum. Belki beni adam eder diye mi? Kal, gitme. Beni affet, abin de gelmesin… Diyemiyorum ona bunları. Artık kendime ben bile inanmıyorum. O kalmak istiyor biliyorum. Ama bir yandan gururu ona izin vermiyor. Fakat başka gidecek yeri de yok. Abisi bir fabrikada  tıpkı benim gibi asgari ücrete çalışıyor. Onun evinde gidip nasıl yaşayacak? Biz iki kişiyiz geçinemiyoruz. Aptal kadın seni. Abisinin üç çocuğu var, sen onun neyine güveniyorsun ha? Ama gurur işte. Oysa beni böyle olduğum gibi kabul etse ya?

“Bir çocuğumuz olsa değişir miydin?” diye soruyor bana.

“Kendi ruhum olgunlaşmamışken nasıl birine babalık yaparım ki?”

“Neden öyle diyorsun Kadir? Neden böyle yapıyorsun? Benim de canım yok mu?”

“Bu evi sana bırakıp gideceğim bir gün?”

“Nereye?”

“Bilmiyorum.”

“Öyle bir şey yaparsan, kendime ne yaparım?”

“Of hep tehdit, hep korkutma. Yoruldum tüm bunlardan. Bu boktan kasvetli hayata tahammül edemiyorum artık!”

Karım kendini öldürmekle, patronum işten çıkarmakla, Elif benimle kaçmamakla tehdit ediyor beni. Yıllarca annem ve babam da, beni sevmemekle tehdit etmişlerdi.

“Şükür et…”

Suç ikimizin de değil. Suç bizi evlendirenlerin. Bazı insanlar yalnız yaşamalı, bazı insanlar yalnız kalmalı. Neden onun sıkıcı hayatını alıp kendi karanlığıma kattım ki? Yemekler yapıyor. Pırasalar, kekler ve çiğnemekle yutulmayan kuru ekmekler… Ben çorba pişen evlerin adamı değilim. Bir dizi açıyor, yalanı yıkıyorlar hayatımızın ortasına. Bir namaz kılıp geliyor sonra. Bu hangi vakitti eda ettiği? Ettiği dualar benim ıslah olmamla ilgili, biliyorum. Annem de yapardı bunu. Ama ben bir kere tutulmuşum. Değişemiyorum. Bilmiyorlar. İstemiyorum.

“İstemiyorum.”

“Neyi istemiyorsun?

“Beni değiştiren hiçbir şeyi istemiyorum.”

“Ne istediğini bir bilsen keşke…”

“Özgür olmak istiyorum.”

“Özgürlük senin için ne?” diye soruyor. “Sen sanıyorsun ki, başka şehirlerden insanlar mutlu, herkes çok güzel bir hayat yaşıyor. Sen şükürsüzsün. Dünya senin olsa mutlu olamazsın Kadir.” Cevabım yok buna. Özgürlük benim için ne?

“Benim ile evlendiğin için pişman mısın?” diyorum. Yüzü ekşiyor.

“Eski nişanlınla gezinmiş miydin hiç sağda solda?”

Bir damla gözyaşı kayıyor yüzünden. Benden önce nişanı atılmış biriyle. Yıllardır başına kakıyorum bunu. Neden yaptığım bilmiyorum ama yapıyorum işte.

“Beni sevmediğini biliyorum Necla! Daha iyi bir şansın olmadığı için buradasın.”

“Sen sevilmek istemiyorsun ki.” Diyor. Ellerini yüzüne kapatıp odadan çıkıyor. Ömrümün sonlarındayım. Kadınları anlamadım. Anlamak istemiyorum da. Bugün gececiyim, evden çıkıyorum. Neden çalışıyoruz? Neden para lazım? Neden tüm hayatımız üç kuruş kazanmak için planlanmış. Özgür olmak ne biliyor musun Necla? Sormuştun söyleyeyim! Evde karının beklememesi, kimsenin üzerinde bir beklentisi olmaması, üç kuruş için gece gündüz çalışmamak. Bizi neden bu vaziyete soktular? Söylesene! İlk insanlardan olsak, mağaralarda yaşasak, daha iyi olmaz mıydı? Acıkınca ye, uykun gelince uyu. Zamanı güneş söylesin bırak. Suyu da, ekmeği de Allah versin bırak. Her yer aynı olsun. Ne şehirler olsun; ne küçüklük, ne de büyüklük olsun. Öyle yaşasın herkes. Dünyanın başka bir yüzü olmasın. Olsa da kimse bilmesin. Evler, televizyonlar olmasın. Rahat olalım biraz. Kırlara dönelim, dağlara… Kuşları görelim, yağmurlarda ıslanalım. Birbirimizi çok sıkmayalım. Hiçbir şeyi bilmeyelim. Alkolleri, dumanları unutalım. Her kaideyi yıkalım. Bırakalım ne olacaksa olsun. Bırakalım bizi korkuttukları her şey başımıza gelsin. Onların kurallarını reddedelim. Herkes aptal olduğumuzu düşünsün ama biz mutlu olalım…

Gerçeğe dönme zamanı geliyor. Çarkın içinden çıkarmıyorlar. Necla ben ölmek istiyorum. Ama işe gitmek zorundayım. Gecenin bir yarısı, bana verdikleri görevin başındayım. Bir tuğla fabrikası. Transpaleti veriyorlar elime. İstifli tuğlaları sabaha kadar oradan oraya taşıyorum. Aklımda düşünceler. Turuncu tuğla tozları genzimi yakıyor. Oturup dinlenmek neden ayıp? Bu kadar tuğla nereye lazım? Dünya neden bu kadar hızlı ilerlemek zorunda?  Biraz daha az ev yapsak, biraz daha az doğursak, biraz daha az çalışsak, biraz yavaşlasak olmuyor mu?  Zaten bizi yeniyorlar hep. Bizden az çalışıp, bizden çok üretiyorlar. Biz işçilerimizi köle gibi çalıştırıyoruz. Saatlerce fazla çalıştırıyoruz ama onlar az çalışıp bizi geçiyorlar. Durup düşünmeye zamanımız yok. Durup düşünmeye, değişmeye, ölmeye zaman yok. Niye yarışıyoruz onlarla? Yenilelim artık. Yenilgimiz bizim zaferimiz olacak. Aklım susmuyor. Yavaşlatıyor beni düşünmek. Kameradan izliyorlardır beni. Ağzımdan sigara düşmüyor. Bu saatte kimse olmaz, diyorum. Para kazanmak için uyumuyorlar demek ki, gece vakit bile burada oluyorlar, Ziver bey teşrif ediyor,

“Çok yavaşsın.”

Ses etmiyorum. Karıcığın da senin için aynı şeyi söylüyordur. İçsesimizin duyulmadığı bir dünyaya kırgınım.

“Uyuşuk herif sen de, bir cevap ver.”

İki bardak viski içmiş olsam, o gevşeklikle bir cevap verirdim belki.

“Siz nankör milletsiniz nankör. Bu sikik şehre fabrika kuran babamın aklına sıçayım.”

Babanın da, senin de… Bana maaş verdiği parayla ikinci karısına terlik alıyordur eminim.

“Tazminat almaya çalışıyorsan boşuna uğraşma, şerefinle siktir git. Biz beş yılda bir kişiye tazminat vermedik daha.”

Aman ne güzel bok yemişsiniz. Belki ilk yılım doluyor diye bu kadar üstüme geliyorlar, bilmiyorum. Bakın Ziver bey, sayın orospu çocuğu ben para için çalışmıyorum. Evden kaçmak için çalışıyorum. Eğer burada yorulmazsam, eğer zaman geçiremezsem ölürüm. Bir hayalim yok. Bir beklentim de. Dünyaya ilan ettim yenilgimi, bu sikik şehirde sessizce ölümü bekliyorum. Cehennem beni bekliyor.

Çekip gidiyor yanımdan. Bugün avans isteyecektim ama vermezler artık. Ben de Rıfat abiye yapışıyorum. Yalvar yakar veriyor.

“Yine orospulara mı Kadir?”

Bana para verdiği için kendin de akıl verme hakkını görüyor. En azından kendisi gibi komşularımın karılarına salça olmuyorum. Bunlar gibiler yüzünden orospular iş yapamıyor.

Sabaha karşı vardiya değişimi. Karnım ağrıyor. Karım beni bekler mi? Sabah namazına kalkmış mıdır? Güğümler sobanın üstünde, ben yıkanayım diye kaynıyor mudur? Göğüslerini gösteren bir gecelik, belki bugün ona dokunurum diye hayal kuruyor mudur? Kadir ben çirkin miyim soruları evde beni bekliyor mudur?

Necla çirkin mi? Çirkin ya da güzel değil. Onun yerine gittiğim kadınlar da çirkin ya da güzel değil. Ben çirkinliğe inanmıyorum Necla, ısınmaya inanıyorum. Sana ısınamıyorum, bilmiyorum neden? Sanırım seni sevmiyorum. Ona da böyle açık konuşsam, beni bırakıp gider mi? Vicdanım nasıl susacak? Necla beni bırak gideyim. Artık dayanamıyorum. İkimizi de öldüreceğim yoksa. Elif’te olup, Necla’da olmayan ne?

Yalvar yakar kaldırıyorum Elif’i. Onunla olmayı sevmiyorum ama kendimi durduramıyorum.

“Ulan gavat düş peşimden.” Diyor. “Kıymayacaksan nikahı parayla da yok sana.”

O kendini bana yamamaya çalışıyor. Oysa ben bir zinciri kırmaya çalışırken, o bir pranga olmak istiyor bana.

“Gideli mi Elif bu şehirden?”

“Ne bok yemeye gideceğiz? Üç kuruş paran yok pezevenk!”

Kirli yatağın içinde ona sarılıp ağlıyorum. Tiksinerek bekliyor gitmemi. Kısa süren bir rahatlama.

“Bir daha gelme Kadir, seni istemiyorum.” Bir daha geleceğim biliyor. Şimdi uyuyacak o. Akşama kadar uyuyacak. Elif, yapma gidelim. Çok kötüyüm. Ölmek üzereyim. Yirmi yıldır bu şehirden çıkmadım. En son askere gitmiştim. Sonra hep böyle yaşadım. Son bir yıldır ev, iş ve sen dışına çıkamadım. Bunaldım. Param yok kabul ediyorum ama parayı ne yapacağız? Otostop çekeriz. Dileniriz. Yollarda yatarız. Korkma ölmeyiz. Nere giderse yol, yürürüz. Ağaç yaprakları yeriz acıkırsak. Telefonları kapatırız. Kimse bizi bulamaz. Kayıp olur gideriz. Kim ne bilecek, kim ne diyecek? Bu yeryüzünde bizim yerimiz yok. Hükümet bile unutmuş şehrimizi. Denizi olan şehirlere gideriz. Ölümden korkmayan iki insan olarak ölmeye çalışırız. Belalara bulaşırız. Feleğin çemberinden geçeriz. Elif! Elif beni duyamaz, içimden konuşuyorum. Zorla sarılıyorum ona,

“Çok yoruldum.”

“Banane lan!” diyor. Uykusuz tombul yüzü çirkinleşiyor. Bir tokatla yıkıyorum onu.

“Orospu çocuğu!” olduğumu söylüyor. Gelmiyor kimse benimle. Kimse içimdeki yalnızlığı atmam için yardım etmiyor. Elif de gelmiyor benimle, karım da peşimden düşmüyor. Bankalar peşimden düşmüyor. Fabrika ıslık çalarak beni çağırıyor. Çalışmak zorundayım. Kasvetli şehrimizde artık kuşlar görünmüyor. Bunaldım. Çıkamıyorum.

 

 Ben içimi sıkan evime dönüyorum. Tahmin ettiğim gibi güğümler sobanın üstünde. Necla önüme terlikleri koyuyor. Bana sarılmak istiyor. Onu itiyorum. Dolaptaki biraları çöpe attıysa, güzel bir dayağı var benden. Korkmuş olmalı. Hepsi yerinde duruyor.

“Sıcak süt var.”

“İstemiyorum.”

Salonda kanepede oturuyorum. Annemin,  babamın öldüğü kanepede. Belki beni de bu kanepede yapmışlardır. Düşüncelere dalıyorum. Eşyalar nelerle bağdaşıyor kafamızda. Eşyalar bir konuşsa, anıları anlatsa, yaşananları, biz yokken konuşulanları. Necla öylece bana bakıyor. Bu kadının gözleri, sorgulamaları beni kahrediyor. Biraz beni rahat bıraksa ne olurdu? Bırak beni Necla öleceğiz yoksa.

“Abin gelmeyecek mi seni almaya?”

“Gitmek istemiyorum.”

Gelip dizlerime yatıyor. Gözyaşları pantolonuma düşüyor.

“Neden mutlu olamıyoruz Necla?”

“Bir çocuğumuz olsa?.. Beni de, kendini de hiç ettin Kadir!”

Yine acındırma, yine isyan, yine suçlu hissettirme! Tahammül edemiyorum.

Bira şişesini duvara fırlatıyorum. Titreye titreye kaçmaya çalışıyor. Çaresiz aptal! Onu kolundan tutuyorum. Aylar sonra dudakları sıcacık. En verimli yaşında onu nadasa bırakmışım. Keşke beni aldatsaydı. Siktir git demem için bir fırsat verseydi. Sıcacık bedeni. Çocukluğum üşüyor. Necla ben yaşamak istemiyorum. Hadi onu da deneyelim. Hadi komşu kadınlara anlatacak bir şeyin olsun. Hadi her yerini öpüyorum. Elif görse ne derdi? Necla borçlardan bıktım. Faturalardan, patronlardan ve bu küçük şehirden. Gözleri kapalı nerelerde yüzüyor kim bilir? Mutlu. İşimiz bitiyor bir yerden sonra. Bira içmek istemiyor. Süt veriyor bana. Yüzüne bakıyorum. Necla’nın yüzünde küçük bir şehir var. Çaresizlik var, midem bulanıyor. Perdeleri açıyor.

“Kar yağıyor Kadir.”

Gözlerim doluyor. Bir gün bir ödev vermişti öğretmen. O zaman okul zincirleri vardı ayaklarımda. Kartondan bir kuş evi. Kar yağmıştı. Kuşlar üşümesin arkadaşlar! Çok güzel bir ev yapmıştım. Kartonu, kırımızı kitap kaplarıyla kaplamıştım. Evin önündeki korkuluklara takmıştım. Kuşlar neredeydi? Hiçbir kuş evime gelmemişti. Pencereden bakıyordum her gün. Evim dağılmak üzereydi. Sonra bir gün okuldan geldim. Korkuluklarda evim yoktu. Koşarak içeri girdim. Annem sobanın başında, karton evimi yıkmışlar, sobayı yakıyorlar. Ağlamaya başladım. Babam,

“Lan salak oğlan ona kuş mu tüner?”  

“Ama baba kuşlar üşürse.”

“Üşümezler onlar yolunu bulur. Yuvaları vardır bir yerlerde.”

“Ama baba çok soğuk.”

“Oğlum siktirme kuşunu, biz götümüzü ısıtamıyoruz, sen kuş derdindesin pezevenk!”

Sobayı yakmaya çalışan anneme de bir tokat attı,

“Lan salak karı, kömürü üste koyuyorsun, sobayı tüttürüp gece bizi mi geberteceksin?”

Dalıp gittim.  

“Hadi sobayı yakalım Necla!”

Necla mutlu. Artık her şey düzeldi sanıyor. Belki dokuz ay on beş gün sonra bir kızımız olacak. Koşarak bahçeye indi, bir kova kömür. Bakmasın bana sobayı yakarken.

“Git banyoyu hazırla, yıka beni.”

“Soba sönünce güğümde ki sular soğumuş ama.”

“Tüpte kaynat hemen. Soba yanana kadar bekleyemem.”

O gitti. Odunların üstüne kömürleri döktüm. Gittim Necla’nın yanına. Beni sabunladı yıkadı. Perdeleri çektim gün ağarmıştı.

“Hadi uyuyalım.” Dedim.

“Uykum yok.” Dedi.

“Sana sarılıp uyumak istiyorum.” Yalanına inandı.

Yatağa girdik. Başını okşayarak uyuttum onu. Sobayı yaktım. Günlerdir uykusuzdum. Zaten uyumam, soba dumanı odaya dolarsa, kalkarım, dedim. Ölmek, öyle kolay mıydı? Bilincim ne zaman gitti hatırlamıyorum. Bir saat sonra camdan içeri bir taş girdi. İtfaiye sirenleri acı acı bağırıyordu. Gözlerimi açtım hafif, her yer bembeyazdı. Sonra bir karanlık gördüm. Sesleri duydum tepki veremedim. İkisi de ölmüş, dediler. İnanmadım. Ölüm, öyle kolay mıydı?