(*Bu hikayedeki kişi ve olaylar hayal ürünüdür.)



“Hiç hayallerinizi çaldılar mı bayım?” dedim ve yanıtlamasını beklemedim.


“Benim hayallerimi çaldılar.”


Ellerimle tutabildiğim hayallerimin suretleri sihirli pırıltılarla gökyüzüne konmuştu. Ve bana gökyüzünden gülümsüyorlardı.

Efkâr artık göğsümdeki şehrin tek adıydı. Belli bir acı seviyesini aştıktan sonra ruha çöken serinkanlılığın esiriydim fakat insanlar durgunluğumu iyi olduğuma yormaya bayılıyorlardı.


Dakikalardır ağaçlara sabitlenmiş bakışlarımı yorgunlukla yanımda oturan adama çevirdim. Sessizdi. Bazı acıların karşılığının kelimelerle ödenemeyeceğini biliyor diye düşündüm, bu iyiydi.


Neden sonra “Sizi her şeyinizle kabul edeceğim,” dedi.


Sesindeki kararlı tını kendinden emin görünmesini sağlıyordu. Tebessüm ettim.


“Size acılarımı dindireceğinizi düşündüren nedir?”


Sessizliğin içinde yere düşen bir damla su gibi çınladı sorum. Yusuf Bey düşünceli gözlerle tebessüm etti sanki bilmediğim bir şeyi biliyor gibiydi.


“Sevgi,” dedi üstüne basarak ve gözlerime uzun uzun baktı “Sizi sevecek yeteneğe sahip olduğuma inanıyorum Sare.”


Bakışları kadifemsi dokunuşlarla yüzümde gezindi. Kalbim çoraktı ama güneşi tenimde hissettirecek bir heyecan bulutların arasından doğmaya başladı. Artık çabalamayacaktım. Zaten üstünde durduğum uçurumdan ben atlamazsam uçurum zelzeleyle yerle bir olacaktı.


“Tamam,” dedim.

 

Sade bir nikâh, beyaz bir elbise ve dudaklarımın arasından çıkan evet, hayatımın değişmesi için yeterliydi. Ben de altına imzamı atmıştım.

 

Günler yeni evime ve yeni şehre alışmaya çalışmakla yorgun düşüyordu. Yusuf’a alışmıştım. Fakat her saatin çeyreği pencereden ufka uzanan yolu seyretmemle geçiyordu, umutlarım ufka sığınmıştı, beklenenlerin ufuktan gelmesi çorak kalbimin tek vahasıydı. Yusuf da bu durumu fark etmişti. Beraber yeni bir fidan diker gibi evliliğimizi büyütmeye çalışıyorduk ama benim içten içe yanan yüreğimi görüyordu. Benimle konuşmuyordu fakat bir gece çocuk istediğini söylemişti, ben de başımı kaldırıp gözlerine bakmıştım, ciddiydi. Sırf yaralarım iyileşsin diye bana sevgi dolu çiçek bahçesi uzatıyordu. Oysa ben çiçekleri koklamak için eğilirsem kalbimdeki yangının çiçekleri küle çevireceğinden korkuyordum.


Her gece ruhum kâbuslarla savaşırken her gün de kâbusların emareleriyle tozluydu. Dört duvar yalnızlığımın hem gizlendiği hem de yeşillendiği gitgide benliğime yoldaş olan tek gerçeğimdi. Çok sürmeden annemin doğurgan genlerinin başarıyla bana geçtiğini öğrendim artık hamileydim.


Ellerim henüz düz karnımda dolaşırken aynadan kendime baktım, önceki iki hamileliğim gibi rahat geçeceğini umuyordum. Bu bebek oğullarımla aramda bir bağ olmuştu sanki karnıma her dokunduğumda hala içimde onları hissedebiliyordum. Bu fikir gözlerimin dolmasına neden oldu, içli hıçkırıklar boğazıma dizildi. Hüngür hüngür ağlamaya başladım, ellerimle yüzümü kapattım çünkü aynadan utancımı görmek istemedim.


Her kötülük o meşum gece peydahlanmıştı.


Ruhum o meşum gece kirlenmişti.


Ne yazık ki insanların içindeki kötülüğü görmek için önce kötülüklerine maruz kalmak gerekiyordu. Gözlerimi ellerimle kapatsam da geçmiş acılarımdan sızıyordu.


Bir gece yarısı su içmek için mutfağa yönelmiştim, bardağı suyla doldurduğumda belime sarılan eller Poyraz’ın elleri sanıp gülümseyerek başımı çevirmiştim ki Nejat baba pişkin sırıtışıyla ansızın bana sarılmıştı. Dehşete düşmüştüm. Elleri belimde gezinmeye başladığında uzaklaşmak için kollarını itmeye çalıştım.


“Seni istiyorum,” dedi.


Başımı iki yana sallayarak gerilemeye çabaladım fakat beni tezgâhla kendi arasında kıskaca aldığı için hiçbir fayda etmiyordu.


“Seni ben hak ediyorum.”


“Hayır!” dedim.


Şahadet parmağım tehditkârca havalanmıştı öte yandan yatak odamıza çıkan koridora göz attım, loş karanlık koridor bomboştu.


“Ya güzellikle benim olursun,” dedi ve duraksadı.


Bir eli beline gittiğinde şaşkınlıkla gözlerim açıldı, tehditkâr silah parlayarak çeneme doğru ağır ağır yükseldi. Nejat babanın tombul eli gerdanıma pençesini geçirdiğinde çenemdeki silahla nutkum tutulmuştu. Birden beni mutfak masasına yüzüstü fırlattığında korkuyla kaçmaya çalıştım ama acıyla olduğum yere çakıldım. Saçıma saplanan eli başımı geriye doğru yatırmıştı ve silahın namlusu şakağımdaydı. Hareket edemiyordum, düşünemiyordum ve korkuyordum. Çünkü Poyraz uyanabilirdi, çünkü çocuklarım uyanabilirdi.

Saçlarımdan kavradığı gibi başımı mutfak masasına yasladığında yüzüm koridora dönüktü.


“Ya benim olursun ya da seni öldürürüm.”


Giysi hışırtısı duyuldu.


“Sakın ses çıkartayım deme!”


Boğuk bir inilti dudaklarımın arkasında çırpındı. Ellerim masaya yaslıydı. Gözlerim acıyla doldu, ağladığımı koridor puslandığında anladım. Aklımı kaçıracağımı düşünüyordum fakat öyle olmadı. Acı buz gibi damarlarımdaki yangını dondurmaya başladı, hissizleştim. Kendi ölümüm düştü aklıma, keşke ölseydim de bugün yaşanmasaydı. Kendimden, dişiliğimden, tenimden nefret ettim, birden kendime değersiz ve iğrenç bir varlıkmışım gibi göründüm. Bu yüzden her kötülüğü hak ediyor olabilirdim. Bu yüzden ölümü hak ediyor olabilirdim. Ruhum dakikalarca tecavüzle ezilirken ben derinliklerimde kendimden nefret etmekle meşguldüm. Artık gözyaşlarım bile ağırlaşmıştı.

İçimde ölen biri vardı.


Saçlarımdan tekrar çekiştirildiğimde vücudumu kendine çevirmişti, gözleri tatmin dolu bir hırsla parlıyordu. Silah şakağımdan bir saniye olsun ayrılmıyordu.


“Bu bizim sırrımız,” dedi dudaklarıma doğru “Artık sırlarımızı paylaşacağız.”


Sırıtarak gözlerimin içine iştahla baktı. Saçımdaki eli gevşediğinde şakağımdaki silah da yavaşça yere indi. Bu gece yarısı bu mutfakta bir cinayet işlenmişti. Cesedi de bendim.


Şimdi düşünüyordum da, neden kimse gelmemişti? Bana niye yardım etmemişlerdi? Fakat sonra anlıyordum: kurban edildiğimi.


Ertesi gün baba ocağına apar topar dönmüştüm ama neden döndüğümü sorduklarında dudaklarım bir uçurumdu. Utançtan ağlama krizine giriyordum, ardından bir öfke bulutu beni içine hapsediyordu. Kendime öfkeleniyordum, Nejat’a öfkeleniyordum, çaresizliğimi duymayan herkese öfkeleniyordum. Ve fark ediyordum evlenmiş bir kadının baba ocağında yeri olmadığını hele ki kayın babası tarafından iğfal edildiyse…


Beni almak için babamın evine geldiklerinde susmuştum, çocuklarımın hasreti bileklerimde prangaydı. Biliyordum, ağzımı açarsam çocuklarımı mahvederlerdi.

Çaresizlikten mi, diye düşündüm yoksa korkaklıktan mı? Hatta o kadar ileri gittim ki bu çaresizliğin müptelası olduğumu bile düşündüm.


Poyraz ve ailesiyle yaşadığımız eve cehenneme yürür gibi döndüm. Kendimden vazgeçmiştim. Tek tesellim iki oğlumun gözlerimin önünde olmasıydı, sadece onları okşamak, öpmek bana huzur veriyordu. Lakin artık yeni bir devir başlamıştı, kötülüğün kol gezdiği, pisliğin ruhumu dört bir yanından sardığı bir sessizlik devri. Herkes gibi ben de kendimi feda etmiştim. Herkes gibi ben de bu sessizliğe ortak olmuştum. Yalnız kaldığım her vakit taze bir cehennem azabı tepemde dikiliyordu. Herkes her şeyi biliyordu. Ve cesedimi koca bir aile tek tek parçalıyordu.


Bir insan senelerce işkenceye dayanabilir miydi? Her fırsatta ruhunun kesilip biçilmesine göz yumabilir miydi? Bilmiyordum ama ben dayanıyordum ve göz yumuyordum. İlginç bir şekilde evde sözüm daha fazla geçer olmuştu, her istediğim yerine getiriliyordu çünkü herkes bir şekilde günah çıkartıyordu. Kaynanamın habis bakışları altında evliliğimi gölgeleyen canavara karşın çocuklarımdan başka bir derdim yoktu.


Nihayetinde azabım ikiye katlandı. Kimse Nejat’a karşı gelemiyordu, bu ailenin küçük Tanrısı ta kendisiydi. Ve ben karşı gelmiştim.


Yara bere içinde yerde sürünürken haykırılan tehditler umurumda değildi. Tek bir zerresi dahi kalmamıştı ki ruhumun yaralanmasın, incinmesin. Herkes tarafından kötü ilan edilmiştim. Şüphe götürmez şekilde bütün kötülüğün membaı sanki bendim. Bütün günahlar üzerime kusuldu ve herkes vicdanını bir güzel temizlemişti. Yalnız kaldığımda yerden doğruldum ve direkt kendimi evden dışarıya attım. Önüme gelene haykırarak anlatıyordum: Nejat bana tecavüz etmişti. Ve koşar adımlarla babamın evine yol aldım.


Birkaç sır saklanabilirdi ama birçok sır saklanamazdı. Kötülük maruz kalındığı için sürdürülmüyordu, sessiz kalındığı için sürdürülüyordu. Anlamıştım. Ama geç anlamıştım. Ailem deliye döndüğünde sessizce olanları izledim. Yeniden oğullarımla bir bahis açtıklarında bu sefer masayı dağıtmayı biliyordum. En baştan yapmam gerekeni yaptım ve savaştım. Fakat kendimle değil, Poyraz ve ailesiyle.


Dedikodu çanları her evin bacasında çaldığında içimde tuhaf bir huzur yayıldı. Herkes kötünün gerçek yüzünü görünce rahatlamıştım. Ama bu huzurun bedeli çocuklarım olmamalıydı.


Gözlerim ağlamaktan şişmişti ve aynadan biçare kendime bakıp üzülüyordum. Geçmiş ne kadar da yaralıydı.


Boşanma davası tek celsede halledilmişti, tek celsede çocuklarımdan bir ömür uzaklaştırılmayı kabullenmiştim. Sonrası acının deryasında sırtüstü yüzen ruhum ve ailemin parmaklarında kukla gibi oynayışımdı.


Bir zaman sonra aracılar bana talip listesiyle gelmeye başladığında ailemin onayladığı tek kişi –beni dul kabul ettiği için- Yusuf olmuştu. Aslında gitmekten başka çarem de yoktu. Hem geçmişten kaçmak istiyordum hem de çocuklarımı göremeyeceğim bu şehirden gitmek istiyordum.

 

Seneler yıpranmıştı, saçlarıma düşen aklar bunun kanıtıydı. Tenim kırışmaya başlamıştı. Yaşlanmanın verdiği olgun huzur içimdeydi. Oğlum aynı şehirde üniversite kazanmıştı, onu yerleştirmek için geçmişin balçığıyla sıvanmış bu şehre adım attım. Birkaç gün içinde bütün işleri yoluna koymuştuk ama ben içimde baş gösteren yalnızlığın ağrısıyla baş edemiyordum. Yusuf’la Mehmet’in bir işi çıkınca içten içe sevindiğimi gizlemek için çaba sarf etmem gerekti. Sahil şeridine kendimi atmak için sabırsızlanıyordum. Güneş bu şehirde kutsal bir doğuş ve batışla var oluyordu. Deniz bu şehirde bir başka dalgalanıyordu. Daha önce hiç yürümediğim gibi yürüyordum bu eski şehrin sahilini. Ve birden onu gördüm, yanında arkadaşıyla koyu bir sohbetin doruklarındaydı ilk göz ağrım. Gözlerime hücum eden acıya aldırmadan üstüne üstüne yürüdüm geçmişin fakat Alparslan beni tanımıyordu. Önce gözlerime ve yüzüme şöyle bir bakmıştı ardından herhangi biriymişim gibi yanımdan acelesizce geçip gitmişti. Oğlum yanımdan bir yabancıymışım gibi geçip gitmişti. Büyümüştü ama ben kaç yaşında olursa olsun onu gözlerinden tanırdım. Gözlerim boşalırcasına yanaklarıma yağarken iç çekerek yürümeye devam ettim. Annesine yabancı oğullarımı benden alan bu şehir şimdi de Mehmet’imi benden alacaktı, tek tesellimi benden kopartacaktı. Oğullarımı bana düşman etmişlerdi. Geçmişim bana düşmandı. Acı dolu bir gülüşle kaderimin gözlerinin içine bakar gibi yola baktım. Bu hayattan benim de payıma düşen buydu, diye düşündüm. Olsundu.


Kopartılıp bataklığa da atılsam oradan da çiçek açmayı biliyordum.