“Yahya Kemal, bugün Türk devrimi denince anladığımız sosyal inkılapların şairi değildir. Ama Türk şiirinin inkılapçısıdır.” Selahattin Batu’nun bu sözlerinde de belirtildiği gibi, Yahya Kemal Beyatlı birçok yeniliği şiirin bünyesine kazandıran bir şairdir. En büyük başarısı kuşkusuz aruz veznindeki ustalığıdır. Bu veznin getirdiği musikiyi de şiirinin temel taşlarından biri olarak gören şair, “Ok” şiiri dışında tüm eserlerini aruz vezni ile vermiştir. Şiirleri bu noktada divan edebiyatına yakın olduğu kadar, Batı şiiri unsurları ile de bir sentez niteliğindedir. Bu beraberlikte en büyük etken kuşkusuz Paris yılları ve Fransız şairlere olan ilgisidir. İçinde bulunduğu siyaset sayesinde dokuz yıl kaldığı Fransa’da romantik, sembolist ve parnasyen şairleri tanımıştır. Etkilenmelerinin doğal sebepleri olarak şiir ile düzyazı ayrımına gitmiş, şiirde toplumsal konulara değinmemiştir. Ancak yaşadığı dönemin getirmiş olduğu sosyal iç sıkıntılarını da dile getirmekten çekinmemiştir ve bunu oldukça doğal ve edebî bir hâlde gerçekleştirmiştir. Lirik bir söylem ile Üsküp’teki çocukluğunu, gurbette geçen gençliğini ve rüya şehir İstanbul’u anlatır dizelerinde. Şairin Kendi Gök Kubbemiz kitabında yer alan “Açık Deniz” şiiri de bu harmanın bir ürünüdür.  


Beyatlı’nın “hayatımı anlattığım şiir” diye bahsettiği bu kısa serüvende okur, şairin çocukluğuna, vapur ile kaçarak gittiği Paris’e, hayallerine yolculuk yapar. Bu büyülü bir yolculuktur. Şair geçmişe olan özlemini, acılarını, haykırışlarını, geleceğe dair umutlarını, isteklerini tamamen denizi sembolleştirerek dizelere döker. Hem sembolizmin hem de parnasizmin Türk edebiyatındaki temsilcisi olan şair, yakaladığı ahenk ve müzikalite ile kusursuz bir söyleme ulaşır. Gerek iç ahenkler gerek uyak ve ölçü arasındaki bağlantılar ile biçim ustalığı sergiler. Hayal, asırlarca süren koşu, ufuklar, engin denizler, gökyüzü, kıyı gibi özenle seçtiği kelimeler sayesinde ‘açık deniz’ kavramı bir ‘sonsuzluk arzusu’na dönüşür. Yahya Kemal tarih bilinci ile dolu bir şairdir. Bu sebeple hem geçmişin hem de gününün acılarını yazar. Çocukluk yıllarını yıkılmak üzere olan bir devlette geçiren şair, sınırları aşan hasretlerin yanı sıra kendi bildiği vatan kederlerini de katar dizelerine. İşte belki de onu bu kadar büyük şair yapan en önemli özellik kendi hayatı ve benliği ile Türk tarihini, kültürünü bir bütün halinde adeta yeni oluşmuş bir medeniyet şeklinde verebilmiş olmasıdır. Yahya Kemal hiç kimse olmazken aslında herkestir. Güçlü duyuşu ve kalemi ile özgünlüğünü evrensele dönüştürmüştür. 


Ahmet Haşim ile “poezi pür” akımına yaklaşan şair tıpkı savunduğu beyaz lisan ve saf şiir görüşünü bu şiirinde de sürdürür. Hayal, duygu ve imgelerle örülü olan bu şiirde yapılan her benzetme adeta sırlı bir kutudur. Byron’un milliyet hasretini, oradan oraya kendilerine vatan arayan atalarının şimale olan koşularını, kendi vatanında savaşamayan ve kâbusları olan gurbet özlemi, sınırların ardındaki maviliği… Şair tüm bu duygularını ölçü ve kafiyelere uydurarak imgelere sarılı biçimde sunar. Her kelime ayrı bir hikâyeye dönüşür şiirde. Tıpkı hayatını ikiye bölen geri dönüş gibi şiir de “Bir gün dedim ki 'istemem artık ne yer ne yâr!' / Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyâr” dizeleri ile ikiye ayrılır. Hasret kaldığı vatanına kavuşunca, kurşunla örtülü dediği bulutlu ve yağmurlu havalar ve bin başlı ejder denilen devasa deniz karşılar onu. Şair kendi gibi dertli olan sonsuz mavilik ile karşı karşıya gelmenin buruk mutluluğunu yaşar.  


İkiye bölünebilecek olan bu şiirin ilk kısmında şair çocukluğunu ve hasretini anlatırken, ikinci bölümde gurbet hayatını resmeder. Güçlü benzetmeler, teşhisler, telmihler ve imgeler ile şiir derinleştikçe derinleşir. Arka planında koca bir hayatın anlatıldığı bu mısralar hem içerik hem de biçimsel olarak Yahya Kemal’in sanat hayatının özeti niteliğindedir. Kafiyeler ve iç ahenkler ile yaratılan musiki, kelimelerin ustaca kullanılışıyla bütünleşmiş ve şairin Divan ve Batı edebiyatını kendine has birleştirmesi ile harmanlanmıştır.  




AÇIK DENİZ


Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;

Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.

Kalbimde vardı "Byron"u bedbaht eden melâl

Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl...

Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,

Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,

Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu...

Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...

Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,

Rü'yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.

Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular...

Mahzun hudutların ötesinden akan sular,

Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,

Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı!

Bir gün dedim ki "istemem artık ne yer ne yâr!"

Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar;

Gittim son diyâra ki serhaddidir yerin,

Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!


Garbin ucunda, son kıyıdan en gürültülü

Bir med zamânı, gökyüzü kurşunla örtülü,

Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi;

Gördüm güzel vücûdunu zümrütliyen deri

Keskin bir ürperişle kımıldadı anbean;

Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan.

Sonsuz ufuktan âh o ne coşkun gelişti o!

Birden nasıl toparlanarak kükremişti o!

Yelken, vapur ne varsa kaçışmış limanlara,

Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara!

Yalnız o kalmış ortada, âsi ve bağrı hûn,

Bin mağra ağzı açmış, ulurken uzun uzun...

Sezdim bir âşina gibi, heybetli hüznünü!


Rûhunla karşı karşıya kaldım o med günü,

Şekvânı dinledim, ezelî muztarip deniz!

Duydum ki rûhumuzla bu gurbette sendeniz,

Dindirmez anladım bunu hiç bir güzel kıyı;

Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı.