“İnsan, birlikte en çok zaman geçirdiği beş kişinin ortalamasıdır.” der Jim Rohn. Öyle mi sahiden? Maestrozzy bu konuya biraz kafa yormuş.


Sosyolojide yapı olarak kendine yer bulmuş bir durumdur bu. Esasen tüm modern felsefe de bununla alakalıdır. Bu duruma gösterilen direnç; Foucault'da kendilik pratiği, yani etiktir ki bu da tarihsel yapılardan etkilenir. Marx'ta praksistir, Bourdieu'de farklı alanlara ayrılmış sermaye biçimleridir. Deleuze'de anti-oedipustur. Sartre'da ise cehennem başkalarıdır olarak ortaya çıkan, halkın toplum baskısı olarak mimlediği nosyona direniştir.


Genel olarak sokaktaki sıradan adamdan tüm modern felsefe geleneğine dek problem, bireyi özgürleştirmek üzerine kuruludur. Herkes kendince ipin bir tarafından tutmuştur.

Yapı, hakikattir. Bu durumun gerçekliğini saptamakla arabesk bir umutsuzluk deryasının içine gömülmek arasında net bir ayrım var. Bazen insan ne kadar çabalasa da koşullarını değiştiremez. Zira kendi imkanlarıyla sınırlanmıştır. Benim bu konuyla alakalı görüşüm şu şekilde: Herkes kendi imkanlarını yaşar ancak kabuğu yıkmak gerekir. Her şey vicdan ve iyi olmak üzerine kurulu olur ise bir şeyler değişecektir. Bunu söylerken mevcut koşulların iyileştirilemeyeceğini söylemiyorum. İmkan söz konusu ise koşullar bireysel bazda, cinsiyet bazında, kültür, ırk bazında iyileşebilir. Bu iyileşmeyi yerine getirecek yorumlar geniş bir felsefe ve sosyoloji literatürüne angajedir. Yine konuyla alakalı bu literatüre giren bir kimse, büyük ölçüde kendi öz iyileşmesine merhem sunabilecek kişileri okur ve buna göre bir ideoloji geliştirir. Misal, işçi sınıfı geleneğine mensup bir ailede doğmuşsa, belirsizlik ve tutarsızlıktan arınmayı amaçlayan düşünceler küçük burjuva imkanlarıyla sarmalanmışsa eğer, kapitalist sistem ve onun bir ürünü olarak görünen tüketim toplumuna karşı eleştirel bir tutum takınmayı amaçlayan düşüncelerin (Frankfurt okulu); üst-orta sınıf seküler bir ailede herkese vicdan, inanç, düşünce özgürlüğü tanınmasının gerekli olduğunu savunan, özgür düşünceyi amaçlayan dünya görüşü, burjuva ailede ise daha bireyci filozofları okuması, belki tasavvuf-liberalizm sentezi bir yorum geliştirmesi muhtemeldir.


Herkes kendi özel kurtuluşuna kendi penceresinden bakar, başkasınınkinden değil. Neticede, Sartre'ın Bulantı romanında, Roquentin'in ağzından dile getirdiği gibi herkes kendi varoluşunu haklı çıkarmak zorundadır. Çünkü doğmuşsundur. 

Her neyse, yapı denen bir şey var. Bununla bireysel bazda boğuşmak ise kolay değil. İnsanın kendi hayatında bir şeyleri değiştirmesi, şablon reçeteler sunan youtuberların önerileriyle gerçekleşecek kadar kolay değil, biliyorum. Kendine güven, kendini sev, şunu yap, şöyle tavır takın, bla bla bla... Gördüğümüz üzere, felsefecisinden youtuberına, herkes insanı özgürleştirmeye çalışıyor. O halde insanın bu dünyadaki varlığı büyük ölçüde özgürlük problemi üzerinedir. Felsefe ve sosyoloji de bu yüzden var. Başka bir şey için değil. İyi yaşam nedir? Ona nasıl ulaşırsın? Sınıf bazında mı? Kolektif olarak mı? Bireysel olarak mı? Cinsiyet ya da kültür bazında mı?


Bahsetmediğim bir nokta da psikoloji bilimi oldu. Sosyolojinin yetersiz kaldığı yer olabilir burası. Ya da multidisipliner bir anlayış gerekir. Örneğin, kişi özgürleşmek için tüm imkanlara sahiptir, maddi gücü vardır. Sosyal sermayesi vardır. Kültürel sermayesi vardır. Hayatını bireysel bazda daha iyi bir noktaya getirmek için önünde bir engel yoktur. Fakat geçmişten gelen travmaları vardır. Bunları aşamıyordur ve aşmak bir tarafa, travmasına saplanıp nevrozla psikoz arasındaki ince çizgide dolanıyor ve hastalığını haklı çıkarıyor olabilir (İşte tüm sıkıntı bu mimoza). Bu noktada hastalık, imkanları baltalıyordur. Bu da işin diğer bir boyutu.

Yukarıdaki örnek özel bir örnekti elbette. Genele baktığımızda, Türkiye gibi geç kentleşmiş bir ülkede insanların çoğu cahil ve travmatik ailelerden geliyor. Dolayısıyla kişi bir yandan imkansızlıklarıyla, diğer yandan da ömür boyu ona eşlik edecek olan travmalarıyla boğuşuyor. Meseleyi bu şekilde anlayıp bu ülke insanı için üzülmeyen insan sayısı çok azdır, ister sosyolog olsun, ister film yönetmeni, ister edebiyatçı... İsterse de Maestrozzy.

Baktığın her yerde ya yoksulluğun izlerini görürsün ya itilmişliğin ya sevgisiz bir ailede büyümüş olmanın yaralarını... En pislik diyebileceğin adamın içinden belki tüm toplumca yuhalanan bir şark kurnazının altından masum, yaralı bir çocuk çıkar. İngilizcede güzel bir kelime var: Compassion (merhamet). Biz pek anlayamadık. Fonetiği de çok hoş. Her neyse, daha fazla yazamayacağım.