Merhaba. Daha önce hiç yazmadığım bir türde ilk deneyimimi yaşıyorum. Söze nasıl girilir, nasıl gelişir, bu yazdıklarım bizi nereye çıkarır bilmeden başladım yazmaya. Bu yüzden hatam, kusurum ve acemiliğim için şimdiden hepinizden özür dilerim. 

Evet. 

Henüz birinci sınıf öğrencisiyken birinci dönemin sonlarında yaşadığım bir olayı anlatmak için buradayım. Öncelikle size biraz yedi yaşındaki ben ve sınıfımdan bahsetmek isterim. Sınıf öğretmenimiz Ali Osman hoca, kendisi dünya tatlısı bir insan. Öyle çok seviyorum ki gözüne girebilmek için yapmayacağım şey yok. Mesela; daha tuttuğum takıma karar vermediğim bir yaştaydım ve öğretmenimizin Beşiktaşlı olduğunu hatta fanatik olduğunu biliyordum. Tabii o zamanlar fanatik kelimesini bilmiyordum:). Sadece hislerini anlayabiliyordum. Öğrencilere tuttuğu takımı sorar, Beşiktaş derse “Koçum benim be!” der veya kendince överdi, tutuğu takımı beğenmediği öğrencilerine esprili bir şekilde burun kıvırırdı ve ben asla bana burun kıvırmasını istemezdim. İçten içe aslında Galatasaray'ı seviyordum pek bir bilgim yoktu. Annem Galatasaraylı idi, en sevdiğim kuzenim de. Hatta çok sevdiğim dayılarım da! Bu yüzden sevdiklerimle ortak bir paydada olmak, onlarla bir şeyi savunmak cazip gelse de Ali Osman hocanın koçu olmayı da arzulamıyor değildim. Bir gün sıra bana geldiğinde ne cevap verecektim, benim de bir takım tutmam gerekiyordu, karar vermeliydim artık! Ali Osman hocanın aniden ders arasında yönelttiği soruyla afalladım, bu kadar hızlı beklemiyordum. Tek tek sormak yormuş olacak ki o ders “Kimler Beşiktaşlı parmak kaldırsın.” dedi. Yaşadığım o kaldır/kaldırma çelişkisi içinde koç olma isteğim daha ağır basmış olacak ki parmağımı kaldırıverdim. Böylece çok sevdiğim hocama ilk yalanımı söylemiş oldum ve gözüne girdim. Yalan diyorum çünkü sınıf hariç her yerde Galatasaraylıyım demeye başladım çünkü sınıfta annem, kuzenim, dayılarım yoktu! Evde de Ali Osman hoca yoktu. Bu problemi çözmüştüm ve mutluydum tek yaptığım parmak kaldırmaktı, üzerine de pek konuşmayarak konusu açılırsa geçiştirerek ya da ortamdan kaçarak açık vermemeyi öğrenmiştim. Tabii bir yandan da okuma-yazma öğreniyorduk işimiz çoktu. 

Fişlerden yazı yazmalar, hece hece okumalar derken sınıfımız ilk okur yazarını kazandı hem de oldukça kısa bir sürede. (Bu kişi tabii ki ben değildim.) Öğretmenimiz arkadaşımızı masasına çağırıp kendi kitaplarından birinde rastgele açtığı bir sayfayı sınıfa sesli okumasını istedi. Arkadaşımız gerçekten de çözmüştü bu işi, okuyabiliyordu. Ali Osman hocanın gözlerinde gördüğüm o gurur, o aferin evlat şefkatini kıskandım, hem de çok. Karşı sınıfımızın öğretmeniyle organize olmuş olsalar gerek, arkadaşımızı diğer sınıfın öğretmenine gönderdi "Git bir de o sınıfta oku. Bakalım, eğer o öğretmen de okuyorsun derse tamamdır.” dedi. Bir süre sonra kapı çaldı, gelen arkadaşımızdı. Evet o öğretmen de onaylamıştı ve bu iş başka bir boyut kazanmıştı “KIRMIZI KURDELE” yakasında bir nişane gibi gururla taşıyarak sırasına oturdu ilk okur yazar. Görülmeye hatta yaşanmaya değerdi... 

Artık bu okuma işine daha fazla asılmam, çok çalışmam gerekiyordu. Sınıfımız o hafta her gün bir okur kazanıyor ama bir türlü sıra bana gelmiyordu. Evde annemle babamla okuma çalışmaları yapıyordum, gördüğüm her şeyi okuyordum yani bence ben artık okuyordum ve yazıyordum. Tek sorun bunu öğretmenimin de fark etmesi gerekiyordu. baktım böyle olmayacak gittim Ali Osman hocaya "Öğretmenim ben okuyabiliyorum.” dedim. Baştan şöyle bir baktı bana, sonra "Tamam gel bakalım.” dedi ve masasına geçtik birlikte. Yaşadığım heyecanı anlatacak bir kelime yok... Okudum, sesim çıktığı kadar yüksek sesli okudum ama tabii daha sesli uyarıları alarak çünkü o heyecan ve utangaçlık ile çocukluğum birleşince pek de sesimin çıktığı söylenemezdi, yine de öğretmenim için en yüksek sesimle okudum. Bana gösterdiği yere kadar gelince durup gözlerinin içine baktım o pırıltıyı görebilmek için, o gururu ve tebrik eden ifadeyi aradım. Vardı. Gözleri parlıyordu hatta yanlış hatırlamıyorsam alkışlanmıştım da. Şimdi sırada karşı sınıfın öğretmenine kendimi kanıtlamam gerekiyordu. Elimde kitapla gittim çaldım kapısını sınıfın. Durumu anlattım ve bu sefer üzerimde hissettiğim şey heyecan değil gerginlikti, bunun birçok sebebi vardı; öğretmeni tanımıyordum, yabancı öğrenciler, farklı bir sınıf, sert mizaçlı da bir insandı bu kişi. Korkutucu bakışları da üzerimdeydi. Yani ben kendimi kurtların arasına atılmış bir kuzu gibi hissediyor tir tir titreyerek görevimi yerine getirmeye çalışıyordum. Aslında okumuştum ama yavaş, okumuştum ama birkaç yerde heceleyerek... Ama okumuştum! Sonuç hayal kırıklığıydı öğretmen Ali Osman hocaya selamını iletmemi istedi ve bana biraz daha çalış dedi. Nefesimi tuttum sınıftan hızlı hızlı çıktım. Çıkarken bunu bir daha asla yapmam diyordum içimden. Kapının önüne geldiğimde gözyaşlarımı serbest bıraktım. Ağlıyordum çünkü ben biraz önce ne yaşamıştım, ağlıyordum çünkü ben sınıfa nasıl gidecektim? Ağlıyordum çünkü çok korkmuştum, ağlıyordum, kırmızı kurdelem olmayacaktı... 

Bir süre sınıfa girme cesaretini kendimde bulamadım, bekledim, sakinleştim. Kapının önündeydim, içeri girdiğimde ne diyeceğimi bilmiyordum. Nasıl diyecektim ki! Sadece “Size selam söyledi.” desem başarıp başarmadığımı sormayacak mıydı sınıftakiler? Herkes beni bekliyordu içeride. Bazı ilklerin kabullenişi kolay olmuyormuş bunu öğreniyordum 1. sınıfların koridorunda. Bazı kelimelerin ilk söylenişleri de zormuş. Yani… “Yapamadım, başaramadım, okuyamıyormuşum.”. İnsanın ağzından öyle kolay çıkmıyormuş ve bu öyle çabuk sindirilebilecek bir şey değilmiş. yedi yaşındaki bir çocuk için değerleri ve gururu arasında yaşadığı o çelişki daha ağır geliyormuş. Elbette bu bir gururdu “Başaramadım.” dediğimde gururumu kendi ellerimle incitecektim. Bunu yapamazdım hatta başaramadım dediğim takdirde tekrar bu durumu yaşamam gerekecekti. Asla istemiyordum o sınıfa tekrar gitmeyi, o öğretmeni tekrar görmeyi, yüksek sesle kitap okumayı asla istemiyordum. Böylece ikinci yalanım doğdu. Sınıfa girdim ve selamı iletip okuyormuşum dedim. Çekine çekine, yarım ağız ve hiçbir şekilde mutluluk belirtisi olmadan yalan bir başarıyı ilettim öğretmenime. Ben gerekeni yaptım, öğretmenim de gerekeni yaptı. Benim de bir kırmızı kurdelem oldu. Utanarak taktığım, her gördüğümde içimi acıtan bir kırmızı kurdele. Arkadaşlarımın gururla taşıdığı benimse gurur duyuyormuş gibi yaptığım... Teneffüslerde hırkamın içine sakladığım ya da çıkarıp mavi önlüğümün cebine soktuğum bir utanç... Sorumlusu ben olmadığım, bana ait bir utanç. Bence bugüne kadar bunu bilenin bir tek ben olduğumu düşündüğüm ama aslında üç kişilik bir utanç.  Belki öğretmenler odasında konuşulmuştu, belki Ali Osman hoca benim yalancı olduğumu biliyordu ama bir kez bile konuşulmadı kurdelem. Takıldı ve unutuldu. Ben unutmadım. Hala görüşüyoruz Ali Osman hocayla. Her görüşmemizde diyorum ki kendime söyle, itiraf et!  ama yapamıyorum... Belki de biliyorum demesinden korkuyorum, bilmiyorum.

Şu bir gerçek ki ben hiç okumaya geçemedim, geçmiş de sayılmam aslında, tüm sınıf teker teker o kurdeleyi taktı ben hiç takamadım aslında. Belki... Sadece Ali Osman hocanın inisiyatifinde olsaydı demiyor değilim ve “Gerek var mıydı öğrencileri böyle bir şeyin içine itmeye.” de diyorum. Düşünüyorum... Bugün olsa takılan, takılacak olan tüm kırmızı kurdelelere karşı çıkar, bu uygulamanın düşmanı olurdum. 

Son bir şey daha; İyi ki varsın cimbom! İyi ki okuyamıyorum.