Sıkıcı bir pazar sabahına uyandı. Kahvaltı yapmaya bile üşeniyordu. Pazar sabahları hep böyledir, bir şey yapmak gelmez insanın içinden. Yoğun iş temposuna kapılmış insanlar dört gözle beklerler pazar gününü ama o gün geldiğinde ne bir heyecanları kalır geriye ne de enerjileri. Ne olduğunu anlamadan da akşam olur zaten.

Balkona çıkıp sigara yaktı. Bir şey yemeden sigara içmeyi sevmezdi ama bir şey yiyemiyor diye sigaraya ara da veremezdi. Şu hayatta sevdiği nadir şeylerden biriydi sigara içmek. İçeri girip koltuğa oturdu ve televizyonu açtı. Saçma sapan sabah programları vardı hemen her kanalda. Bugün ne yapsam diye düşündü bir yandan. Ne görüşecek birisi ne de yapılacak bir iş vardı. Yalnız hissediyorsanız boş zamanlar düşmanınız olabilir. Sıkıntı yapışır üstünüze ve ne yapsanız geçmez. Öğle ezanı okunana kadar kalkmadı televizyonun karşısından. Dışarı çıkmaya karar verdi sonra ve kalkıp üstünü değiştirdi. Biraz insan içine karışmak, insanları gözlemlemek iyi gelebilirdi belki. Çeşit çeşit insan vardır şimdi sokaklarda diye düşündü. Günün ilk temasını köşedeki bakkalla kurdu. Geçerken insanlara selam vermeyi, durup ayaküstü konuşmayı sevmezdi. Ne yaptıklarını, nasıl olduklarını merak etmediği insanlara nezaketen de olsa bu soruları sormak anlamsız geliyordu ona. Bakkalın, "Nasılsın?" sorusuna "İyiyim." dedi hızını bile azaltmadan. Bakkalın bu cevaba bozulabileceğini düşündü ama çok da umurunda olmadı. Biraz ileride bir köşesinde çocuk parkı olan yeşillik alandan geçerken sarılıp çimlere uzanmış bir çift gördü. Liseli olduklarını düşündü. Samimiyetsiz geldi ona bu aşk. Aşk için erken görüyordu bu yaşları. Yıllar mutlaka bir sürpriz yapar, tüketir ve bu ilişkiye noktayı koydururdu. Ama o güne kadar böyle tadını çıkarmalarında bir mahsur yoktu elbette. Gençlik bu heyecanların yaşanabileceği en güzel duraktır. Biraz daha ilerleyip ışıklara gelince karşıya geçmeye karar verdi. Birkaç dakika bekledikten sonra yanındaki adam "Ne kadar uzun sürdü bu ışık." dedi. Dönüp adama baktı. Anlamsız buldu bu serzenişini. Ne acelesi vardı ki sanki? Nereye yetişecekti yani? Hayat yeterince hızlı akmıyor muydu zaten? Bu hıza ne kadar da güzel ayak uyduruyordu insanlar... Kendisi neden böyle değildi? Saatlerce o ışıkta beklese ağzını açıp tek kelime etmezdi. Onlar mı hayatı çok seviyor, vakitlerine çok önem veriyorlardı, yoksa kendisi mi bütün bunlara hiç önem vermiyordu? "Evet,." dedi yanındaki adamın yüzüne bile bakmadan. Karşıya geçince kalabalığı takip etti bir süre. AVM kapısında buldu kendini. Sıkıcı da olsa bir saat kadar geçmişti evden çıkalı. Hem evde dursa ne yapacaktı sanki? AVM’ye girdi. Dikkatini çeken ya da merak ettiği hiçbir şey yoktu. Öylesine dükkanlara girip çıkmaya başladı. Çıldırmış gibi alışveriş yapan insanlara hayret etti. Bütün bu insanlar ilk kez alışverişe çıkmış gibiydiler. Herkesin ellerinde torbalar, oradan oraya bir koşuşturmaca... Tüketim çılgınlığı... Üst kata çıktı yürüyen merdivenden. Güzel icattı bu yürüyen merdivenler. Hem yorulmuyor hem de çıkarken etrafını seyrediyordu. Yemek katında buldu kendini önce. Çeşit çeşit yemek dükkanı... Bu kadar çok çeşit olunca insan ne yiyeceğine de karar veremez diye düşündü. Biraz daha ilerleyince sinema salonlarının olduğu bölüme geldi. Filmlere baktı. Tekdüze geliyordu artık sinemadaki filmler ona. Birkaç cinli perili korku filmi, birkaç silahlı aksiyon filmi, kalanı da çocuklara hitap eder zaten. Korku filmine girsem mi diye düşündü bir an. Filme birkaç dakika vardı. Cüzdanını çıkarıp son 20 TL kaldığını gördü. En azından film izleyebilirdi. Gişeye ilerledi. Sırada bir çift vardı sadece. Onun alacağı filme bilet alıyorlardı. Gişedeki kızın "Koltuğunuzu ekrandan seçebilirsiniz, perde en alt kısımda." cümlesinden sonra erkek olan, kıza doğru "En arka koltuğu alalım bence, salon zaten boş." diye fısıldadı. Gişedeki kız pek oralı değildi ama o duydu bu fısıltıyı. Gençlerin rahatını bozmayayım diye düşünüp çıktı sıradan. Film birkaç saatini yerdi hiç değilse. Şimdi ne yapacaktı? Tekrar alt kata inerken aklından ne kadar sıkıcı bir gün diye geçirdi tekrar. AVM’nin en kalabalık mağazalarından birinin önünden geçerken arkadan birinin sarıldığını hissetti. "Baba!" diye feryatla gelen bu sarılma karşısında buz kesti adeta. Dönünce küçük bir çocuk gördü karşısında. Baba mı? Hiç evlenmemişti. Bildiği kadarıyla gayrimeşru bir çocuğu da olmamıştı o güne kadar. Ee, bu çocuk kimdi o zaman? "Biriyle mi karıştırdın ufaklık?" dedikten sonra yoluna devam etmek istedi ama çocuk izin vermedi. "Neden beni tanımıyormuş gibi davranıyorsun baba?" Kamera şakası falan herhalde diye düşündü. Cevap vermeden uzaklaşmak istedi bu sefer. Çocuk tekrar önünü kesti. "Babacım, canım babam, sonunda buldum seni." Ne bulmasından bahsediyordu bu çocuk? Bulmak için önce kaybetmek gerekir. Çocuğun bağırması etraftaki insanların da dikkatini oraya çekmişti. "Kaybettiği babasını buldu galiba..." "Adam tanımazdan geliyor, ne tuhaf insanlar var." şeklinde tepkiler yükselmeye başlayınca açıklama yapmak zorunda hissetti kendini. "Bakın, ben bu çocuğu tanımıyorum. Kim olduğu hakkında hiçbir fikrim de yok. Hiç evlenmedim ve hiç çocuğum olmadı tamam mı?" dedi kalabalığa dönerek. Bu cevaplar insanların daha çok dikkatini çekmeye yaradı sadece. Açıklama yaptığına da pişman oldu. Hiçbir şey söylemeden basıp gitmeliydi. "Seni çok özledim baba." sözleriyle kendine geldi tekrar. "Bakın, hiç komik bir şaka değil. Bu çocuğun annesi veya babası buralardaysa lütfen çıksın ortaya." Kimseden bir hareketlenme olmadı. Etraftan kınayan bakışlar, homurtular artıyordu. Kadınlar en fazla bağırır, eder diye düşündü ama bazı erkeklerin öfkeli bakışlarına maruz kaldığını fark edince biraz çekindi. "Delikanlı adama yakışır mı küçücük çocuğu böyle ortada bırakmak? Ne biçim babasın sen?" dedi kalabalıktan bir adam. Nereden geldim ben bu AVM’ye diye söylenirken ortamı yumuşatmak için bir şeyler yapması gerektiğini düşündü. Belki bir espri ortamı yumuşatırdı. "Yahu 6-7 sene evvel bırakmıştım cami avlusuna ama unutmamış beni kerata." dedi zoraki bir gülümsemeyle. Ondan başka kimse gülmedi. Çocuk ağlamaya başladı bu sırada. Herkes ciddiye almıştı bu söylediğini. Birkaç kişinin üstüne yürüdüğünü fark edince çocuğun elini tuttu. "Gel oğlum, gidelim buradan." diyerek hızlıca uzaklaşmaya başladı. Arkasından insanların söylenmeye devam ettiğini duyuyordu. Hızlıca AVM’den çıktılar çocukla. "Bak, ben senin baban değilim. Annen nerede senin?" Çocuk başını öne eğdi. "Bilmiyorum." dedi. Üzüldü çocuğun bu haline. Ama üstü başı temiz ve düzgündü. Bir ailesi, en azından sahip çıkan birisi olduğu belliydi. Ama çocuğun bu yalnızlık temasını kendine benzetti. Sanki kendi çocukluğuydu karşısındaki. Hem kendisi de sıkılmıştı. Biraz çocukla zaman geçirse fena mı olurdu? Sonra yine AVM önüne getirip bırakır bir şekilde kaybettirirdi izini. "Yakınlarda bir park var, gidelim mi?" dedi çocuğa dönerek. "Gidelim baba." El ele yürüdüler parka kadar. Hiç soru sormadılar birbirlerine. Böylesi daha iyiydi belki de. Ne hikayesini anlatmak istiyor ne de onun hikayesini dinleyip bu güzel anı bozmak istiyordu. İyi hissettirmişti bir çocuğun ellerini tutmak. Hem ilk defa kendisine baba diyordu birisi. Parka girdiler. Çocuk kaydırağa koştu hemen. Bir banka oturup çocuğu seyretti bir süre. Güzel bir his olabilirdi bu babalık hissi. Bir süre sonra kaydıraktan sıkılan çocuğun sesiyle kendine geldi. "Baba, beni salıncakta sallar mısın?" Gitti ve bir müddet salladı çocuğu. Kimdi bu çocuk? Neden o kalabalıkta onu bulmuştu? Allah’ın bir işaretiydi mi ya da sıkıcı giden gününü şenlendirsin diye bir çeşit ödül? Ne olduğunu bilmiyordu ama ona da iyi gelmişti. Bir çeşit aksiyon işte. Rutin giden hayatına kısa bir heyecan... O sırada, "Bana dondurma alır mısın baba?’’ dedi çocuk. Tekrar elini tuttu çocuğun ve karşıdaki dondurmacıya gittiler. "Külahta olsun. Üçer top ver." Cüzdanında 20 TL olduğunun farkındaydı neyse ki. Fazlasını ödemeye gücü yetmezdi zaten. "Neyli yersin?" dedi çocuğa dönerek. "Kakao, çilek ve portakal olsun babacım." "Portakallı yok." dedi adam. "Portakallı yokmuş, onun yerine başka bir şey söyle." Bir müddet düşündü çocuk. "Kakao, limon ve portakal olsun o zaman baba." Dondurmacı güldü. Kimse benim çocuğuma gülemez diye geçirdi içinden. Benim çocuğum mu? Ne çabuk da alışıyordu bu duruma. "Portakal yokmuş oğlum. Çilek, limon ve kakao olsun mu?" "Sen nasıl istersen babacım." Çocuğun bu masumiyeti içinde bir yerlere dokundu. "Benimki de limon, vişne ve.." Portakal diyecekti ki son anda tuttu kendini. " Ve muzlu olsun." Dondurmaları alıp parka döndüler ve bankın birine oturup birlikte yediler. Mutlu hissediyordu kendini. Uzun zamandır böyle hissetmemişti hatta. Huzurluydu galiba. Hani o anlamsızlık bir son bulmuş gibi. Dondurmasını bitiren çocuk tekrar parka döndü. Tahterevalliye bindiler. Çocuk havada kahkahalar atıp "İndir beni baba, korkuyorum." diye bağırırken bir anda polis sirenleri duyuldu. Parkın girişine park eden iki polis aracından inen 4 polis ve bir kadın onlara doğru koşuyorlardı. "İşte orada oğlum polis bey. O adam kaçırmış oğlumu." Kaçırmış mı? Ne diyordu bu kadın? Ne kaçırmasından bahsediyordu. Ağzını açmaya fırsat kalmadan polisler yanında bitti. "Yürü, bizimle emniyete geliyorsun." Kendini bir anda polis arabasının arka koltuğunda buldu. Açıklama bile yapmamıştı. Arabada da hiç konuşmadı. Tuhaf bir his oluşmuştu içinde, bir çeşit hüzün. Yarım saat geçirdi diye çocuğa bağlanmış olabilir miydi? Ne yani, kimse oğlumu benden alamaz mı diyecekti şimdi? Daha neler. Karakola girdiler. Başkomiserin odasına soktu koluna giren iki polis. Kadınla çocuk da diğer polis arabasıyla gelmişlerdi. Onlar koridorda bekliyorlardı. Kimsin, nesin faslı geçince başkomiser konuya girdi. "Neden kaçırdın çocuğu?" Ağrına gidiyordu bu suçlama. Kaçırma falan yoktu ki. Çocuk kendisi baba dememiş miydi ona? "Ben kimseyi kaçırmadım komiserim, çocuk kendisi gelip bana baba dedi." Komiser güldü. "Yok ya. Eskiden daha yaratıcı cevaplar bulurdunuz." Eskiden mi? İlk kez karakolluk oluyordu oysa. "Kim bulurdu?" "Siz." dedi komiser. "Biz kim komiserim?" "Çocuk kaçıranlar, kim olacak? "Bakın, ben kimseyi kaçırmadım. Çağırıp çocuğa sorun isterseniz." Kapıda duran polislerden birine seslendi başkomiser. "Oğlum, çocuğu getirin." Oğlum lafını duyunca içinde bir yer sızladı. Oysa sadece yarım saat... "Bu adam mı kaçırdı seni yakışıklı?" çocuk önce adama baktı sonra başkomisere. "Hayır. Babam beni kaçırmadı." dedi. "Sen bu çocuğun babası mısın?" dedi başkomiser. "Hayır, değilim." Odada bir sessizlik oldu. Herkes birbirine bakıyordu anlamsız şekilde. "Neden sana baba diyor?" Bu sorunun cevabını o da bilmiyordu ki. "Sanırım beni babası zannediyor." Çocuk atladı hemen. "Zannetmiyorum, babamsın." "Çocuğu çıkarın. dedi başkomiser. "Şu olayı başından anlat bakayım sen." Adam başından sonuna her detayıyla beraber anlattı. Anlatırken de ne kadar saçma olduğunu tekrar tekrar fark etti. "Tamam da anlamadığım tek nokta var," dedi başkomiser. "Baba dedi diye alıp götürmen mi lazım? Annesi deliye dönmüş meraktan." Annesi... "Sahi, annesi neredeymiş o sırada komiserim?" Kapıdaki polise seslendi başkomiser. "Oğlum, kadını getirin buraya." Kadın odaya girdi. "Bu adam senin eşin mi?" Kadın sinirlendi. "Olsa neden polise şikayet edeyim kaçırdı diye?" Başkomiser bu cevap üzerine biraz sinirlendi ama çok da belli etmemeyi tercih etti. "Oğlun bu adama baba diyor ama." Kadın başını öne eğdi. Başkomiser birkaç saniye bekleyip devam etti: "Babası nerede bu çocuğun?" Buradayım ya diyecekti ama son anda tuttu kendini. Kadın cevapladı: "6 sene evvel vefat etti. Oğlum da babasını hiç görmedi. Zaman zaman böyle birilerine baba der." Başkomiser sinirlendi. "E kızım madem bunları biliyorsun ve ilk defa olmuyor. Ne diye bu adamı şikayet ediyorsun? Hem sen olay anında neredeydin?" Kadın bir müddet sessiz kaldı. Boğazını temizledi. "Mağazadaydım. Oğlum yanımdaydı ama bir anda kaybolmuş. Kıyafetlere bakarken anca fark ettim yokluğunu." Başkomiser giderek sinirleniyordu. "Kadın değil misiniz? Alışverişe çıkınca kaybedin kendinizi. İnsan çocuğunun yokluğunu fark etmez mi?" "Haklısınız komiserim." Başkomiser bir müddet düşündü. "Bu adamdan neden şikayetçi oluyorsun o zaman?" Kadın dönüp adama baktı. Sonra başkomisere döndü. "İlk defa birisi alıp götürdü. Tekrar göremeyeceğim sandım. Özür dilerim." Bir müddet sessizlik oldu. "Çocuğunu alıp evine git. Şikayet edilecek bir durum yok. Çocuğa da kızamayız, sana da. Bu adamın da bir suçu yok. İşim başımdan aşkın zaten. Daha fazla meşgul etmeyin beni. Hadi bakalım." Kadın ses çıkarmadan çıktı. "Sen ne duruyorsun?" dedi başkomiser. "Gidebilirsin dedim ya..." Bir müddet başkomisere baktıktan sonra biraz daha yanına yaklaştı. "Şey..." Cümlenin devamını getiremedi. "Ne var evladım, söylesene." Saçını kaşıdı. Biraz utana sıkıla, hafif de kekeme şekilde "Son paramla çocuğa dondurma almıştım da... Evim de uzak. En azından yakın yere kadar atsa polis arkadaşlardan biri." Başkomiser tebessüm etti. "Tamam tamam. Seni bıraksınlar, oradan da devriye atsınlar." "Teşekkürler komiserim." Polis arabasının arka koltuğunda evine doğru giderken camdan dışarıyı izliyordu. Gün nasıl başlamıştı, nasıl bitiyordu... Hayat milyonlarca farklı ihtimalden oluşuyordu. Her an başımıza tuhaf şeyler gelebilirdi. Ya da komik. Belki de hüzünlü. Hayat bir şekilde sürprizlerle doluydu işte. Evden çıkmasa akşama kadar yatacaktı belki de. Ama böyle nasıl da maceralı ve farklı bir gün olmuştu. Az ileride kırmızı ışıkta durdular. Pencereyi açtı. Otobüs durağında kendisine el sallayan birini gördü. O çocuktu işte. Annesiyle duraktaydılar. Polis arabası hareket ederken çocuk tüm gücüyle bağırdı. "Seni özleyeceğim baba!" gözleri doldu. Ben de seni özleyeceğim oğlum, ben de seni...