İnsan, sosyal ve psikolojik bir varlık olması hasebiyle kendi etrafını diğer insanlarla doldurma çabası içerisindedir. Gerçekleştirilen bu eylemin insan açısından faydası çok olmakla birlikte, yalnız kalma sonucu ortaya çıkan hakikat kadar faydalı olduğunu söylemek maalesef ki çok zordur. Peki, çoğu zaman sevilmeyen, kaçınılan ve istenilmeyen yalnızlık nedir? Yalnızlık, insanlığın düşmanı mıdır, yoksa dostu mudur? Kalabalıklar içerisinde yalnız kalmak için mi yoksa kalabalıkları daha da kalabalık hale getirmek için mi uğraşmak gerekir? Bütün bu soruların cevabı kişiden kişiye değişmekle birlikte, genel açıdan bakıldığında insanların çoğunun yalnızlıkla baş edemediği, yalnız kalmaktan kaçındığı ve kalabalıklar içerisinde vakit geçirerek kendilerini yalnızlıktan gizlemeye çalıştıkları söylenebilir.


Günümüz modern dünyasının bir getirisi olarak insan sayısı artmış, artan sayıyla birlikte yalnız kalmak da bir o kadar zorlaşmıştır. Etrafı diğer insanlarla dolu olan insan, kalabalık bir ortamda doğmuş, aynı ortamda var olarak kimlik kazanmış ve yine aynı ortamda bulunarak varlığını devam ettirdiği için maalesef ki yalnızlığın gerçek mahiyetini anlayamamıştır. Bütün bu varoluş sürecine binaen insanın zihninde doğal bir eğilim kazanan kalabalık, insanın başka bir şekilde var olamayacağını düşünmesine ve de yalnız kalmak gibi kutsal bir eylemden kaçınmasına neden olmaktadır. Buna rağmen yalnızlığın insana gerçek kimliğini, benliğini ve özgünlüğü kazandırabilmek adına insanla birleşme isteğinden vazgeçmediğini söyleyebiliriz.


Yalnızlık, insanın var olma sürecinin ilk adımı olan cenin halinde bile yanında olmasına rağmen insanlar neden yalnızlıktan kaçıyor? Bu sorunun cevabı insandan insana farklılık gösterebileceği gibi aslında tek bir temel cevap vardır ki, o da insanın kendisiyle yüzleşmekten korktuğu gerçeğidir. İnsan eylemlerini, kendini ve içinde var olan duyguları bilmediği için mi kendisiyle yüzleşmekten kaçıyor? Hayır, tam tersine içinde var olan şeyleri, “Adım gibi eminim.” edasıyla cevaplayacak kadar bildiği için kendinden kaçıyor. Kısacası insan, her şeyi bildiği ancak kabullenmek istemediği için kendinden kaçıyor. Ancak şöyle bir husus vardır ki insan kendinden kaçmasına rağmen, kendinden kaçtığı zaman saklanacak bir yeri olmadığını ne yazık ki unutuyor…


İnsan, mevcut durumu değiştiremeyeceğini bildiği ve içinde sakladığı duyguları, kırgınlıkları ve acizlikleri göstermek istemediği için kendini direkt olarak kalabalıklara atıyor ve saklanarak, varoluşunun en güzel yanı olan benliğinden kaçarak her şeyin rayına oturabileceğini düşünüyor lakin çok büyük bir yanılgı içerisinde olduğunu bilmiyor. İnsan dediğimiz varlığın, benliğini oluşturan şeylerle yüzleşiyor olması gerekirken, o bunun tam aksi yönünde uğraşıyor ve ter döküyor; yolun sonu geldiğinde ise elinde kalan yorgunluklarla beraber kalabalıklar içerisine kaçarak, kendini rahatlatmak gibi bir zorunluluk içerisine düştüğünü ise ne hüzün vericidir ki fark etmiyor. İnsan, kendine kaçması gerekirken kendinden kaçıyor ve bu kaçışlar, zamanı geldiğinde büyük bir yıkıma neden olabiliyor. Ah be insan! Yanlış yola koştuğunu bir tek sen yanlışlamıyorsun...


İnsanın en büyük hazinesi kimsenin görmediği, haberdar olmadığı ve ulaşamayacağı yerde yani içindedir. Aslında insanın -bir varoluş mücadelesi açısından- kendinden başka bir hazine sandığına sahip olmadığını bilmesi gerekirken yalnızlıkla tanışmayıp, ona sarılmadığı ve ondan hep kaçtığı için güzellikleri de zenginlikleri de dışarıda arıyor ancak eline geçen tek şey, biriktirilmiş kırgınlıklardan başka bir şey de olmuyor. Dön içine insan, dön! Hakikat ve yalnızlık, seni bütün çıplaklığıyla evinde bekliyor…


Kalabalıklardan her zaman kaçmak gerektiğini savunmak tabii ki de aptallıkla eş değerdir. Ancak şu gerçekler unutulmamalıdır ki kalabalıkların içi dolmayan sahte cümleleri, gerçekçi olmayan gülümsemeleri ve mevcut anın içerisine hapseden tutsaklığı da insanın en büyük düşmanıdır. Demek ki kalabalık, düşman olmamasına rağmen, eylemleri, vadettikleri ve var olduğu ortam düşmanca. Öyleyse yapılması gereken nedir? Yapılması gereken tek şey -zorunlu olmadığı sürece- kalabalıktan kaçmaktır. Peki insanın kalabalıklardan nereye kaçması gerekmektedir? İnsan -yüreğine zor gelse de- en güvenli sığınağa yani kendisine kaçması gerektiğini asla unutmamalıdır.


Kalabalıkların zararından sakınabilmenin tek bir yolu vardır. O yol ise insanın kendini tanıması, ruhu ve benliğiyle sırdaş olması ve kendinden başka bir dostu olmadığını bilmesinden geçer. İnsan, kendinin en hakiki dostu ve sırdaşıdır. Kimsenin bilmediği şeyler, insanın kendi benliğinde saklı ve güvendedir. Ağızdan çıkan bir cümle, zamanı geldiğinde bir dostun elinde silaha dönüşebilse de insanın kendi içinde sakladığı bir şey -eğer güzelce yüzleşilirse- hiçbir zaman sıkıntı teşkil etmez, etmeyecektir de…


Bir hakikat arayıcısı olarak nitelendirilebilecek potansiyele sahip insan için en büyük hakikat yine kendi benliğinden doğmaktadır. Zaten kendi içinde yatan hakikati keşfetmeyen insanın, dışarıda kendisinden bağımsız olarak var olan hakikati keşfetmesi de düşünülemez. Bütün kaliteli cümleler şu gerçeği haykırır ki hakikatin yolu yalnızlıktan geçer. Öyleyse insanın kendi içine dönmesi, bir mezarlığa mı yoksa bir lunaparka mı sahip olduğunu keşfetmesi, ardından da kendi benliğinden güç alarak hakikate doğru koşması gerekmektedir. Bütün bu adımlar doğru yapılırsa görülecektir ki aslında kalabalık, dünyada hakikat diye bir şeyin olduğunu unutan insanların oluşturduğu gruptan başka bir şey değildir. Tıpkı bir uyuşturucu gibi insanı uyuşturan, mevcut durumun ve zamanın etkisini gizleyen kalabalık, insanın en hakiki düşmanıdır.


“Düşman olarak nitelendirilen kalabalığın hiç mi faydası yok?” diye bir soru sorulacak olsaydı eğer bu soruya verilecek tek cevap; hakikati keşfetme çabası güden bir insan için hakikatin kalabalıkla beraber olmadığını fark ettirmesinden başka bir şey olmazdı herhalde. Düşünen insan görecektir ki kalabalık ile hakikatin yakından veya uzaktan hiç mi hiç alakası yoktur. O zaman anlayacak ki hakikate giden yol çok farklı bir yerden, daha doğru ifadeyle yalnızlıktan geçiyor. Bu zihinsel farkındalık ise hakikati arayan kişi için hakikate yaklaşmasını sağlayacak ve kendisini sınırlayan zincirlerin birazcık daha gevşemesine neden olacaktır. Öyleyse, aç gözlerini ey hakikat arayıcısı! Hakikat dediğin şey, kalabalıktan değil senin içinden geçer!


Başlı başına bir hakikatin mevcut olduğu ve insandan ayrı bir şekilde var olduğu söylense de her insanın bir hakikat arayıcısı olmadığı da aşikârdır. Bunun en büyük sebebi ise kalabalıklar içerisinde şişirilen, sahte mutluluklar içerisinde eğlenen ve bir an bile kendisiyle tanışmak gibi bir çaba gütmeyen insanların çoğalması ve onların doğru olan hayat şeklinin aslında kendi yaşadıkları hayat olduğunu diğer zihinlere aşılamalarıdır. Şu gerçek unutulmamalıdır ki efendi olmak isteyen bir devlet, koca, baba, sevgili vb. kişiler ve kurumlar, insanların gözlerini açmak için uğraşmaz, bilakis gözlerin kapanması ve elde var olan şeylerle yetinilmesi gerektiğini savunurlar. Mevcut durum gösteriyor ki aslında birbirini sevenler, yüreklerini paylaşanlar değil de birbirlerinin gözlerini açanlardır…


İnsan, mutluluk pohpohlayan kalabalığın içerisinden sıyrılmalı ve acı dolu günlere merhaba diyerek yalnızlıkla tanışmalıdır. Modern yahut modern olmayan dünyanın önerdiği hayat biçiminin acı dolu bir özelliğe sahip olmadığı bilinmekle birlikte yalnızlığın ve acının birleşmesinden hakikatin doğduğu da sugötürmez bir gerçektir. Hakikate giden basamakların yapımında acı ve yalnızlık malzemelerinin kullanıldığı unutulmamalıdır…


Günümüz dünyası, mutlu insanlar olma projesi gibi her yere gülücük saçsa da, mutluluk aslında aranması gereken bir ödül değil, bulunduğu zaman sevinilmesi gereken bir şeydir. İnsanın araması gereken şey, varlığını anlamlandıran ve kendisinin varoluşuna sebep olan hakikattir. Hakikat ki yeri geldiğinde insanın dişlerini kırar, yeri geldiği zaman da insanın saçlarını okşar. Bununla birlikte hakikati bulması da kabullenmesi de çok zordur ve her yüreğin kaldırabileceği bir şey değildir. Yalnızlıkla yüzleşebilecek, kendi dünyasına dönüp benliğiyle tanışabilecek ve tıpkı bir sırt ağrısı gibi insanın belini bükerek hayatına devam etmesine neden olacak hakikati, gerçekten kim arzulayabilir ki?

Son olarak, hakikate yürüyüş, insanın önce kendisine yürümesinden, daha sonra da kendinden yola çıkarak evrene yürümesinden ibarettir. Bir akşamüzeri yola çıkan ve geri dönmek gibi bir isteği içinde barındırmayan hakikat yürüyüşçülerine yol verin insanlık! Onlar, gerçekten insan olacak olanlardır…

                                                                                                   Bilal Kartal/Kasım 2020