İntihar ipleri boynunda asılıdır, sevgisiz yetişmiş ailelerde doğan sevgisiz çocukların. Ayaklarının altında sakat aksak bir sandalye, tıkırdar durur. Hayatın savuracağı bir tekme yeter o sandalyeyi itip bir intiharı doğurmaya. Bazen de bir babanın. 


Kursağında kalmış bir gençlik, öksür öksür çıkmaz. Aynadan yansıyan yüzün solgun, yüzün duvar, yüzün çıkmaz bir sokak, gridir. Ellerin yumruk, ellerin kuru, ellerin çatlak, gridir. Uykular gridir, düşler de gri. Uyandığın sabah gridir, sabah içtiğin bir yudum su; acı, katran, gridir.


Burada ilk günahın mirasçıları, her biri ayrı bir katli gizleyen koca koca elleriyle bir ekmeği bölüşüp yiyorlar. Herkesin kendinden öte bir hikâyesi bekler durur. Biri fısıldayarak anlatır onu, yalnız kendi kulağımıza, yalnız geceleri. 


Bir zar. Dünyanın ekseni etrafında bilmem kaç derecelik bir hızla -bizim bu yukarı yukarı örülmüş duvarlarımızın arasındaki sıkış tıkış dünyamızın etrafında- güllü desenli yapış yapış masa örtüsüyle örtülü bir ayağı aksak tahta bir masanın üzerinde, bir kaderi belirler gibi döner durur. Tüm gözler dikilidir, soluklar tutulur. Her biri ayrı bir kana bulanmış eller okey taşlarını titizlikle, ince ince hesaplarla dizmektedir. 


Güneş boyumu aşan pencerelerden girmektedir. Parmaklıkların ötesine hapsedilmiş keskin öğleüzeri her Allah'ın günü zemine düşer.

Ferhan'ın yatağı bu pencerelerden birinin hemen altındadır. Kum rengi saçları parlar, ela gözleri parlar, kıvrım kıvrım kirpikleri, çenesine birikmiş hafif sakalı parlar, izlerim. 


Ferhan tuhaf adamdır. Ağzından sigarası, cebinden iskambil kağıtları eksik olmaz. Günahsız gibi görünen beyaz ince elleriyle kartları karıştırır, burada çürüyecek hayatların fallarına bakar. 


Ferhan'ın hikâyesini bilmezdim. İnce beyaz elleri hangi günahı gizliyor, bilmezdim. Arada bir o ellerle iyice yıpranmış eski bir kitabın sayfalarını çevirir yahut gazetedeki bulmacaları çözerdi, izlerdim. Onu izlediğimi hisseder, yüzü kurnaz bir gülümsemeyle genişler, arada sürmeler çektiği ela gözlerini aniden bana dikerdi. Bense suçüstü yakalanmış gibi bakışlarımı hemen indirir, bir böcek gibi yatağımda büzülürdüm.


Asla susmayan küçük tüplü televizyonda hep bir arabesk, yatakhaneden yamalı bir batteniyeden yapılma perdeyle ayrılan enine doğru beş, boyuna doğru on beş adımlık daracık mutfaktaki tüpte hep kaynayan bir çaydanlık vardı. Üst üste duran ranzalarda istiflenmiş hayatlar vardı. Kaçak getirilmiş rakılar, günü geçmiş gazeteler, küfürler, tabildotta yenen kötü yemekler vardı. Bazen sigara dumanından göz gözü görmezdi. 


Bahçede bir darağacı vardı. Her hafta bir idam olurdu, izlerdik. Ama buna kadar alışılmıştı ki bazıları mahkûmun ayaklarının altından sandalyenin itildiği sırada okey taşlarını dizmeye devam ederdi. 


Bir gün Ferhan ben bahçede kesilmiş, geniş bir ağaç gövdesinin üzerinde oturup başımı göğe çevirip güneşten gözlerimi kısa kısa, içeri girmeden göğü içime hapsetmek, göğe doymak isteyen bakışlarla bakarken ve dudaklarımın arasına kıstırdığım bir sigara yakılmamış dururken ateşlediği bir çakmağı uzattı. Yaktım. O da yaktı. Hiçbir şey demeden iskambil kartlarını açtı. "Seç," dedi. Seçtim. Seçtiğim kartları kenara ayırdı. Falıma baktı. Yüzünde daima kurnaz, daima oyuncu bir gülüş asılıydı. 


Bana iyice yaklaşıp bir sırrı söyler gibi "Üç vakte kadar buradan çıkacaksın." dedi. 


Üç gün sonrası yangındı. Gecenin kör bir vaktinde zehir zemberek bir solukla gözlerimiz açıldı. Duman ciğerlerimizden içeri, gözlerimizden içeri, zihinlerimizden içeri sızdı. Gözlerimiz yandı, ellerimiz yandı, ciğerlerimiz yandı. Yangındı. Kaynayıp duran girilik sonunda taştı. Tüm suçlarımızla hapsolduğumuz bu yerde bizi yutacaktı. “İşte, sur üflendi.” dedim içimden. İşte bir kıyametin provası, tanrısız.


Pencereden zemine yansıyan alevden ucubeler. İşte diyorum, iblis kazandı. Sonra duman pencereleri de, boyumuzdan yukarı asılı parmaklıklı pencereleri de kaplıyor. Herkes kendi Allah'ına dua ediyor. İçerisi karnaval, içerisi cümbüş. İçerisi mahşer. Pencerede taze asılı bir ölü yangını izliyor. 


Soluk denen nimetin tatlılığını anlıyoruz. Boğuluyoruz. Yaşamak, her şeye rağmen yaşamak, bu çukurda çürümeye rağmen yaşamak istiyoruz. Çığlımız günahımızı örtmüyor. 


Devrilmiş masalardan kayıp düşen bir zar, yerde, döner durur.


Üç vakte kadar, sonsuz bir talih, yangındı, diyorum, boğuluyoruz, boğuluyorum, ağzıma bağlanan kemer, sıkılıyor, bu kez kimi kurtaracaksın, diyorum, yirmi üç yaşında bir adam ki iki kişinin katili, henüz kendi yaşayamadan ölüverir-dim, diyorum, boğuluyorum, baba, diyorum, beni sevsen boğulmazdım, diyorum, bir kere dönme dolaba binsem, sinemaya gitsem, boğulmazdım, diyorum, boğulmazdım, ahırın ışıkları geceleri de yanmasa boğulmazdım, artık tüm ışıklar kapalı. 


Her şeyin bittiği noktada biri sırtımdaki gömlekten tutup geriye geriye çekiyor. Koşuyoruz. Tüm kapılar açık. Tüm kapılar yangın. Pencereler patlıyor, duyuyorum. Etrafta is kokusu, yanmış et kokusu, duyuyorum. Koşuyoruz. Nihayet açık hava. Darağacındaki taze ölü, yangına şahit, bize şahit. Dumanla kirlenmiş havayı soluyorum. Başımdan sular boşaltılıyor. Soluyorum, artık daha iyi. 


Koşuyoruz. Beş kişiyiz. Ferhan beni tutuyor. Kaçıyoruz. Kaçışımıza darağacındaki taze ölü şahit. 


Koşuyoruz. Bir liman, limanda bir adam. Bir deniz, denizde bir gemi. Deniz yangından habersiz gibi durgun.


Ama bir deniz düşünmeli şimdi. Mümkünse dipsiz. Alabildiğine mavi. Ufka giden beyaz bir gemi. Düşünmeli. 


Martılar çığlık çığlığa bağırıyor, duyuyorum. Martıların çığlığından ürperiyor içim. Sanki birileri bizi duyacak, birileri bizi görecek, birileri bizi yakalayacak gibi korkuyorum. Ferhan yanımda. 


Ferhan beni geminin alt katında derme çatma tahtalarla ayrılmış, yere serili küf lekeli bir döşeğin, denizin her dalgasında takırdayan boş bira şişelerinin, küllükler dolusu sigara izmaritlerinin, duvarda yarısı yırtık bir haritanın ve büyük, eski bir sandığın olduğu bir odaya soktu. Küçük, yuvarlak pencereden görülen deniz kara, bilinmez, sonsuz bir ülkeydi.


Ferhan dirseklerini dizlerine dayayarak koca sandığın üzerine oturuyor. Oda ıslak tahta, iyot ve is kokuyor. Ferhan gömleğini çıkartıp atıyor. Bir mum yakıyor. Gövdesi mum ışığında aydınlık, gövdesi mum ışığında bir yangın oluveriyor, izliyorum. 


O an anladım ki Ferhan benim kafamın içinde, yedi yüz sayfalık kitabındaki gizemi açığa vuracak son cümlesini yazamadan ölen yazarın aklında kalan o cümle gibi kalacaktı.