NOT: Bu öyküm bağlı olduğu ilk iki öyküden çok sonra geldi. Araya başka öyküler girdi ve uzun süredir de yazmadım. Bundan dolayı bu öyküden pek bir beklentim yok. 5-10 kişi bile okumayabilir. Ama yine de sizinle paylaşmak istedim. İyi okumalar dilerim. 🌺



Serin bir ilkbahar sabahı, yaprakları ince sabah çiyleriyle kaplı, meyveleri henüz çiğ yeşil, meyveleri henüz sert, meyveleri henüz acı olan bir incir ağacının ince dalına konmuş bir kuş, boyuna ötüyor. Geceden yağan yağmur, yeni günün üzerine ince bir tül gibi örtülmüş.


Kenarı yağmur sonrası çıkan sümüklü böceklerle, çakıl taşlarıyla ve yosunlarla çevrili, uzun uzun, kıvrım kıvrım giden, gittikçe uzayan bir patika yol. Tenim hâlâ tuzlu, tenim hâlâ kirli. Tenimde hâlâ Ferhan'ın ince beyaz ellerinin izleri, yürüyorum. Geceleri kimsecikler görmeden gemiden denize doğru sarkıttığımız ayaklarımızla bu yolda yürüyoruz. Asker botlarımız ardımızda girintili izler bırakıyor. Ayakkabıları çıkarsak mı, diye düşünüyorum bir ara. Ama biriyle karşılaşma ihtimaline karşı, yalın ayak yürüyen iki askerin nasıl tuhaf görüneceğini düşünerek vazgeçiyorum bundan.


Ferhan öd yeşili, kolalı damgalı gömleğinin yakasını bağrına kadar açmış. Kumral saçları alnının terine yapışmış, ela gözleri yere mıhlanmış, geceleri kimsecikler görmeden usul usul öptüğüm dudakları aralanmış halde, yürüyor. 


Pantolonunun cebi iskambil kâğıtlarıyla dolu. Cebinden bir kart kayıp yere düşüveriyor. Papaz. Eğilip alıyor hemen. Kaşları çatık. Yüzüne bir telaş çakılı. Yüzü isle, kirle, tozla örtülmüş değerli madenler gibi bir şey. Dudakları çatlak, dudakları kuru, dudaklarında bir sigara, yanıyor. Gözlerinde sancılı bakışlar, gözlerinde gömülü korkular, gözlerinde hâlâ kaçtığımız hapishanenin duvarları, yanıyor. 


Geceleri deniz kördür buralarda. Işıksız koylarda yıldızlar bile çekine çekine parıldar. Deniz annemin yere serdiği kilimler gibi düzdür. Balıklar usul usul geçer altımızdan. Martıların çığlıkları susar. Bir yangından sonraki sessizlik bu. Geceleri geminin küf kokulu bir göz odasında, soğuktan birbirimize sokularak, birbirimizin soluğuyla, birbirimizin varlığıyla ısınarak dururken eski bir radyo en kısık sesiyle konuşur, kara kara haberler getirir hep. Kuzgun gibi kara, uğursuz bir radyodur bu. İyi duymak için eğile eğile dinleriz. Eğile eğile dudaklarımız birleşir. Anaç ama soğuk olan deniz birdenbire kaynamaya başlar o an. Ferhan'ın saçları ay ışığında parıldar. Gözleri gümüştür şimdi. Pencereden baksak yakamozu göreceğiz. Ama pencereden bakmıyoruz. Öpüşüyoruz. Ferhan'ın beyaz gövdesi ay ışığında parıldıyor. Gövdesinde bir yakamoz, gövdesinde bir galaksi oluyor. Gövdesi pürüzsüz. Şimdi Ferhan suyun üzerindeki bir nilüfer gibi güzel. Nektarı dışına vurmuş bir meyve gibi incecik terlemiş. Sigaralı nefesinde saf bir heyecan. Deniz iç çekiyor. İç çekiyoruz. Bir heykeli okşar gibi parmağımı omzunda gezdiriyorum. Bir gülümseme. Dudakları dudaklarımda genişliyor. İçim iplik iplik sökülüyor. İçim bir maden gibi eriyor. Bir şeylerin doruklarındayım. Sanki bir uçurumun kenarındayım. Kayıp düşmekten korkuyorum. Ama aşağısı çok güzel biliyorum.


Ferhan'ın gözlerinde bir gün doğuyor şimdi. Boz bulanık bir mavinin ardından sisli bir kızıllık odaya dolmakta. Bedenlerimiz bir düğüm. Henüz bir uykunun çengelindeyiz. Bitmesini istemediğimiz bir rüyayı sürdürür gibi gözlerimiz kapalı. Martılar bile çığlıklarına başladı artık. Deniz yeni bir günü selamlıyor köpük köpük. Ferhan'ın gözleri bir çiçek gibi açılıyor, dudaklarının arasından günün ilk sigarası yanıyor. Duman aramızdan ince bir sızı gibi süzülüyor. Artık sabah iyice alev aldı. Yuvarlak pencereden vuran güneşte gövdesi som altın gibi. Giyinmeliyiz. Kimse bizi böyle görmemeli.


Ferhan büyük, eski sandığın ayak ucundaki zarlara uzanıyor. Zarları atıyor. Zarlar kendi etrafında daireler çizerek döne döne biri altıda, biri dörtte duruveriyor. 


"On dakika daha," diyor Ferhan. İtiraz etmiyorum. Küf lekeli yırtık döşeğin üzerinde on dakika daha yatıyoruz. 


Birazdan uğultular başlayacak. Bir parça ekmeğe sürülü krem peynir ve bayat çaydan oluşan kahvaltımız dağıtılacak. Birazdan içimizden bir adam yakalanma korkusuna dayanamayarak kendini denize bırakacak. Kimse kurtarmayacak onu. 


Bize bu üniformaları gemide verdiler. Eski kıyafetlerimizi bir bir yaktılar. Ateş görmekten usanmış gözlerimle izledim yanışlarını. Bize bu kasketi, bu gömleği, bu pantolonu ve bu ceketi gemide verdiler. Eski kıyafetlerimizde bir suçluyken şimdi bir askerdik. 


Günlerden bir gün güneş korkunç bir çığlıkla doğdu. Henüz çiğ bir sabah. Göğün karanlık mavisinde göz gözü görmüyor. Ferhan'ın usul usul inip kalkan göğsü bu beklenmedik çığlıkla güm güm gümlüyor. Bir şeylerin kırılışını duyduk, bir sürahidir ancak. Vazo olacak değil ya? Hemencecik giyindik. Gövdelerimizi birbirimizden bir çiçeği toprağından söker gibi söktük. Bir yasağı örttük kıyafetlerle. Çıktık baktık. İçimizden bir adam yakalanma korkusuna dayanamayarak kendini asmış. Kırılan şey de gaz lambasıymış. 


Bu yolda geceyi gündüze, gündüzü geceye kata kata, bu kara ormanın içinde yürüyoruz. Yol nerede başlıyor, nerede bitiyor bilmiyoruz. Gün nerede başlıyor, nerede bitiyor bilmiyoruz. Tekinsiz uykulardan uyandık, yorgunuz. Diken üstünde, bölük pörçük, ürkek, buhranlı, sallantılı uykulardan uyandık. Yorgunuz, uykusuzuz, açız. 


"Hissediyorum." diyorum. "Hissetmek her şeydir." 


"Hissetmek çok şeydir. Ama her şey değildir." diyor Ferhan. 


Adımlarımız birbirini takip etmekte. Sessiz bir uyum bu. Ferhan'ın ince beyaz ellerine dokunuyorum bir ara. Tırnakları uzamış. Parmaklarının ucu buz gibi. Bırakıyorum hemen. Ürküyorum. Sanki şu ağaçların arasından, kuşların yuvalarından, tavşan kovuklarından birileri bizi gözetliyor, her an yakalayıverecekler gibi ürküyorum. 


Ferhan'ı geminin o kuytusunda, o puslu gecede biraz çekimser ve kaygılı bir öpüşle ilk kez öptüğüm vakit sanki yine on dört yaşındaydım, acıyan yüzümle arka bahçenin merdivenlerine oturmuş sessizce ağlıyordum. Sanki ben yine sırf sevebildiğim için suçlanacaktım yine. Ama öyle olmadı. Bu kaygılı, bu tedirgin öpüş giderek ısındı, yumuşadı, ikimizi de içine alan, ikimizi de yoğuran, beni ona, onu bana katan bir ana dönüştü. Cezasız bir öpüştü bu. Abimin tokatlarından uzak bir öpüş. 


Sonunda vitraylarıyla, göğü delen sivri kuleleriyle, bir zamanların ince taş işçiliğini yansıtan oymalı duvarlarıyla, sökülmüş, yere atılmış gümüş haçıyla kilise görünüyor. İşgal edilmiş bir ülkenin işgal edilmiş kilisesi. Tüm bir cemaatin katledildiği kilise. Tanrısız kentlerin saldırısı. Biz ise işgalci kuvvetlerin kılığındayız. Güvendeyiz. Yalnız yorgunuz, uykusuzuz, açız, çocuğuz biraz da. 


Kilisenin sardunyalı bahçesini yabani otlar bürümüş. Sardunyalar cemaatin ölümüyle bir bir büzüşmüş; kahverengi, yapışkan, kaygan bir çamura dönüşmüş. Orta yerde üzerinde bronz bir melek heykeli olan bir süs havuzu var. Havuzun suyu bulanık bir kan kırmızısı. Dibindeki paslı bozuk para yığınlarının üzerinde serili kurşunlar görülüyor, bir de sayfaları koparılmış, sayfaları suyun içinde hamurlaşmış bir İncil. Biraz ötede ise yediverenler var. Ölüm, güllerin bereketini bozamamış. Kızıl bir cennet gibi kilisenin duvarı boyunca kocaman başlarıyla sıralanmışlar. Bu talan edilmiş yerde güzellikleri göze batıyor. 


Öncesinde biber, domates, patates, marul, salatalık gibi sebzeleri yetiştirmek için mini bir tarla olarak kullanılan arka bahçe artık bir mezarlık. Taşsız mezarlarda cemaatin duasız, cenazesiz ölüleri yatmakta. Kırık camlardan kilisenin içine bir göz atıyoruz. Kilisenin mermer duvarlarına, mozaiklerle yapılmış bebek İsa ve Meryem Ana tasvirine, taş zeminine sıçrayan kurumuş kanı görüyoruz. Dağılmış, kırılmış masa ve sandalyeleri, sunakta dura dura küflenmiş, kanlanmış beyaz ekmekleri, yüzü kasten kana bulanmış Meryem Ana heykelini, kırılmış, çoğu yere düşüp çiğnenmiş, yerdeki kanla birleşerek kalın, kırmızı, kaygan bir zemin oluşturmuş mumları görüyoruz. İçeriden dışarıya kan kokusu, küf kokusu, çürümüş et kokusu yayılıyor.


Bunca ölüm, diyorum. Bunca ölüme rağmen bir hayata sığınmak, başımızı sokacak, nefes alacak, uyuyacak, beslenecek bir dört duvar arayışı için bunca ölüme, bunca kana, vahşete rağmen buraya gelmek. Hayatın bittiği yere yeni bir hayat umuduyla gelmek. Yürüyoruz.


Ferhan'a bakıyorum, hasta bir çocuğa bakar gibi şefkatle. Yüzü incecik kalmış. Yüzü sarı bir bulut şimdi. Dudakları tebeşirleşmiş. Saydam, dağınık, üflesem uçacak sanki. Yorgun, uykusuz, aç. Yürüyor. Yürüyoruz. Gördüğümüz vahşet bile yorgunluğumuzu, uykusuzluğumuzu, açlığımızı aşıp da bizi dehşete düşüremedi. 


Yürüyoruz. İşte Papaz'ın evi. Geniş, iki kanatlı tahta kapısına kırmızı duvar spreyi ile küfürler yazılmış. Bana verilen ince, sivri, yusufçuk böceği gibi bir anahtarı kilide sokuyorum. İçeri giriyoruz. Şimdilik etrafı incelemeye vakit yok. Yorgunuz, uykusuzuz, açız. Uyku açlığa baskın geliyor. Uyanınca göreceğiz her şeyi. Yavruağzı perdeleri tek tek çekip gecikmiş bir uykuya dalıyoruz. 


Eflatun bir akşama uyanıyoruz. Basık bir hava. Bir pencere açsak iyi olacak. Bir pencere açıyoruz. Eflatun gök pencerelerden içeri dolmakta şimdi. Pervazlar sıcacık. Gün batımı. Batan güneşin kızıl-pembe ışıkları altında Papaz'ın evini geziyoruz. İki katlı bu evin yalnız zemin katı Papaz'a ait. Çatı katında Papaz'ın eskiden din dersleri verdiği bir sınıf var. Biz kapı girişinde, havı dökülmüş bordo renk bir halının üzerinde uyuyakalmışız. Tepemizde asılı bir haç var. Haçın iki yanında da Hz. Meryem ve bebek İsa minyatürleri. Bizi izliyor gibiler. 


Ahşap döşemeleri gıcırdata gıcırdata yürüyoruz. Uzun, tahtadan, iki parça bir kapı inler gibi bir sesle açılıyor. Acı bir rutubet kokusu ciğerlerimize doluyor. Yüksek tavanlı bir ev burası. Tavanı, duvarları soba karası olmuş. Duvarlar islenmiş, hasta bir sarı. Yer yer sıvası dökülmüş. Kapının hemen sağ yanında demirden bir haç asılı. Sol yanında ise anteni kırılmış minik bir televizyon duruyor. Hemen yanında üzeri mermerden, ayakları paslı demirden yapılma bir masa. Masanın üzerinde üç cam şişe, içlerinde yağı ayrışmış, tortusu dibe çökmüş el yapımı ilaçlar. Karşı duvarda duvarın yarısını kaplayan tahta bir kitaplık var. Kitaplığın içindeki sıralı kitaplar o kadar kalın bir toz tabakasıyla kaplı ki adları bile okunamıyor. Kitaplığın önünde ise televizyona bakan hantal bir kanepe, kanepenin yanında fırınlı bir soba. 


Mutfağa girdiğimizde birkaç hamam böceği telaşla sağa sola kaçışıyor. Toz kaplamış masanın üzerinde yarım kalmış, tortulaşmış, koyu bir katran haline gelmiş bir fincan kahve var. Papaz'ın ölmeden önce içtiği son kahve. Birazı masaya dökülmüş, naylon masa örtüsünde koyu kahverengi bir leke olarak yayılmış. Papaz sabah saatleri, uyanmış, kahvaltısını etmiş, kahvesini yudumluyorken ani bir gürültüyle yerinden sıçramıştır. Gidip bir bakayım demiş, giyinmiş, kiliseye gitmiş, bir daha da geri dönememiştir. 


Dolaptan pis bir koku gelmekte. Sanki her şey yapış yapış. Tuhaf bir tiksinti duyuyorum. Musluktan paslı bir su damlıyor. Şıp, şıp, şıp... Burada yiyecek bir şey yok. 


Ancak evin alt katındaki kilerde bir depo dolusu yağ, konserve, bakliyat, kuru et ve şarap var. Kuru et yiyip şarap içiyoruz. Ferhan daha bir kendinde şimdi. Gözlerindeki o kurnaz parıltı, dudağındaki o belli belirsiz gülüş geri geldi. Kart fırlatmaya bile başladı. Bir hedef noktası belirleyip oraya atmaya çabalıyor. 


Ferhan'ı bir yabancıdan çok tanımıyorum. Ferhan'a hep bir buğunun ardından bakıyorum. Dokunabildiğim bir hayal gibi Ferhan. Sanki şizofren zihnimin gerçek dışı bir ürünü. 


"Yarı açık kalmış bir kapı gibisin Ferhan," diyorum. "Bir şeyler görür gibi oluyorum ama daha ötesi var."


Hiç duymamış gibi yapıyor Ferhan. Yüzü gölgeli bir manzara. Gözleri kendi içine dalar gibi koyulaşmış. Gözleri dibi görünmeyen bir deniz şimdi. Geçmişinde yosunlanan bir anıyı düşünür gibi dalgın. Aralık dudaklarından öpüyorum. Kuruyan dudakları şarapla ıslanmış. Ferhan'ı öpüyorum. Onu hâlâ bir yabancıdan çok tanımıyorum. 


"Bizim kalplerimiz yangında buluştu Ferhan." diyorum. "Öylesine bir yangın da değil hani, planlanmış, günahkâr, çıkarcı bir yangın." 


"Öylesine bir yangın değil," diye tekrarlıyor Ferhan. "Seninle olacağımı bilsem tüm şehri yakardım."


Paslı, kireç tutmuş bir küvetin içindeyiz. Su kilerde bulduğumuz limon kokulu sarı sabunlarla köpürmüş. Ilık suyun altında ellerimiz birbirini buluyor. Tenimiz kaygan, ellerimiz kaygan, soluğumuz kaygan. Birbirimizde defalarca eriyip defalarca katılaşıyoruz. Sonsuz bir zamanda tekrar tekrar kavuşuyoruz birbirimize. Rahat bir uykuya dalar gibi, derin bir soluk alır gibi kendimi ona bırakıyorum. Keşke bir kaçak olmasaydık, diyorum. Keşke yangında el ele ölseydik. Ferhan'ın gözlerine bakarak ölseydim. Boğazım dikenleniyor. Kaybedişi büyük bir sevgi olacak bu, diyorum. Zehirli bir çiçek gibi olacak, diyorum. Ferhan, diyorum, beni bir yangından kurtarıp neden diğerine attın? 


Duvara asılı saatte zaman bir öğle üzerine çakılmış. Boyumuzu aşan bir pencereden naif bir güneş süzülüyor. Camgöbeği fayanslarda yansıyıp alacalanıyor güneş. Sanki hiç savaş görmemiş bir güneş bu. Sanki hiç ölü bir çocuğun cesedini aydınlatmamış. Sanki hiç pusuda bekleyen, can korkusu dolu bir askerin gözlerinde parlamamış gibi neşeli, sahtekar, ikiyüzlü bir güneş. Şimdi de yasak bir aşkı alevlendiriyor. Tenimize tırmanıyor usul usul. Bir kibrit çakımı gibi bir şey yanıp sönüyor aramızda. Sıcak ve yoğun bir şey. Güneş tenimizdeki su damlalarını elmas gibi ışıtıyor. 


Şimdi kırık bir aynadan bölünmüşlüğümüze bakıyoruz. Camgöbeği fayanslarda çıplaklığımızı örtmeden. 


Zaman geçiyor. İçimizde bir şüphe zehirli bir ot gibi büyüyor, kök salıyor, gittikçe daha derinlere iniyor. İsrafil'in surunu bekler gibi bekliyoruz bir telefonu. Yüreğimiz ağzımızda yaşıyoruz. Bazen bir ses duyar gibi oluyoruz. Soluğumuzu yuta yuta saklanıyoruz. Akşam olunca ışıkları yakmıyoruz. Tenhada bir aşkı büyütüyoruz. Ferhan, diyorum, sen tüm yangınlardan daha fazla yakıyorsun. 


Bazı geceler ani bir yağmur bastırır. Camlar sırılsıklam olur. Yaşlı ağaç dalları ıslanır. Gece ıslanır. Gece kuşları ıslanır. Çatı ıslanır. Uykumuz ıslanır. Biz ıslanırız. 


Ama geceleri derin bir uykuyu bir zırh gibi kuşanıyoruz üstümüze. Uykudayken bize bir şey olmazmış gibi rahat ve huzurluyuz. Uykudayken ruhlarımız başka bir alemde birleşiyor. 


Zaman geçiyor. Penceresi yaşlı ağaçlara bakan bir odadayız. Çitlerin arkasında kıpırtısız bir göl yatıyor. Bu göle ne bir kuş konuyor ne de bir yaprak düşüyor. Kalın, yeşil, ağır bir yorgan misali çimlere serilmiş bu gölde ne bir balık yüzüyor ne de bir kurbağa sıçrıyor. Bu gölde zaman bile durmuş adeta. Bir gün uzak köylerden, talan edilmiş, yakılmış, yıkılmış, tek bir otun dahi bitmediği köylerden yiyecek aramaya gelen bir kadını, bizi gördüğü için bu gölde boğmak zorunda kaldığımızda da bu göl aynı şekilde durgundu. Kadıncağız direnmesiz, çırpınmasız kendini bu ağır sulara bırakıverdi. 


Zaman geçiyor. Ferhan iskambil kâğıtlarına şiirler yazıyor. Sürekli bir bekleyiş içinde tükeniyoruz. Duvara asılı, yağlı, eski bir dantelle örtülü bu telefonun hem çalmasını bekliyor hem de çalmasından korkuyoruz. Geçen her gün umudumuzu köreltiyor. 


Nihayet bir gün o telefon çalıyor. Keskin bir korku bölüyor soluğumuzu. Bir anda bedenim buz kesiyor. Uyuşuyor. Kımıldayamıyorum. Ferhan'ın kalkışını, telefonu açışını sanki çok uzaktan, yoğun bir sisin ardından seyrediyor gibiyim. Midem sımsıkı bir düğüm. Boğazım gitgide daralıyor. Ferhan telefondaki sesi dinliyor bir süre. "Geleceğim," deyip kapatıyor telefonu. 


"Ne oldu?" diye soruyorum. 


"Burayı öğrenmişler." diyor. Yüzü tepkisiz. Ne bir acı, ne bir korku var yüzünde. "Her an gelebilirlermiş."


"Ne yapacağız?" 


"Sen bodrumda saklanacaksın. Ben gideceğim."


"Hayır," diyorum ısrarla. "Hayır, hayır, hayır..." bir sıtma nöbetine tutulmuşum gibi soğuk terler akıtarak sayıklıyorum: "Hayır, hayır, hayır..."


Ferhan sert bir asker gibi kararlı bir yüzle beni tutup sarsıyor. "Kendine gel. Yangını çıkaranlar arasında senin adın yok. Yangını biz planladık. Gardiyanlardan biri ötmüş. Hepimizin adını vermiş. Sen yoksun. Sen tesadüfen yanımıza geldin. Seni ben aldım. Anlıyor musun? Sen yangın sırasında kaçan alelade mahkumlardan birisin. Seni benim yanımda görmemeliler."


Şiddetle bağırmaya, ağlamaya başlıyorum. Ferhan yüzüme birkaç yumruk indiriyor. Beni zorla bodruma götürüyor. Gitmeden son bir kez yaralı dudağımdan öpüyor. 


"Buradan trene bineceğim. Onların yolunun üzerine çıkacağım. Diğer herkesi yakalamışlar. Beni gördükleri zaman buraya gelmelerine gerek kalmaz. Sen tekrar telefonun çalmasını bekle. Seni alacaklar buradan."


"Ferhan, o tren raylarının seni benden öteye götüreceğini bilseydim çivileri demirlere değil bileklerime çakardım." diyorum. 


Ferhan gidiyor. Yaklaşık bir hafta sonra, eski, cızırdayan bir radyonun akşam haberlerini dinlerken Ferhan'ı diğerleriyle birlikte kurşuna dizdiklerini öğreniyorum. Kuzgun gibi kara, uğursuz bir radyodur bu. Kara kara haberler getirir hep.