Benim hayatım Sümbül Dağı'yla tanıştığım gün başladı. Dört yanım dağlarla sarılmıştı. Gençliğimin en güzel anılarını yaşatan bu dağ için yazdım ilk öykülerimi. Çocuktum, büyüdüm, okullar bitirdim ama Sümbül Dağı'nın içime bıraktığı etkiyi bir türlü atamadım.


İnsanın kişisel tarihi kültürle yazılıyormuş. Nereye gidersen git, hangi yola girersen gir coğrafyanın getirdiği ahlaktan kaçmak imkansızmış. Hakkâri’nin sessizliğe sarılan gecelerinde bu gerçekliği öğrendim. Ruhuma Sümbül Dağı'nın ilmek ilmek işlendiğini çok sonraları kavradım.


Üniversiteyi bitirdiğim seneydi. Ankara’nın kuru ayazından, karların kapattığı hazin coğrafyaya dönmüştüm. Hakkâri’de herkesten uzaklaşarak kendimi dinleyecektim. 


Ailem dönüşümden oldukça mutluydu. Diplomamı almamı uzun yıllar beklemişlerdi. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu olarak dönüyordum evime. Tiyatro Tarihi ve Teorisi bölümünü bitirdim. Yaşlılara okuduğum bölümü bir türlü anlatamazdım. "Artist mi olacak? Ne olacak?" diye konuşurdu komşularımız. Yılmaz Erdoğan’a benzediğimi söyleyenler de vardı.


Oysa ben ne oyuncuydum ne de yönetmen. Yarım yamalak bir yazardım. Tiyatro eleştirmeni olmayı isterdim. Diyarbakır Devlet Tiyatrosunda çalışmak dışında bir düşüncem yoktu.


Hakkâri’ye döndüğümde Zap suyunun kıvrılışını uzun uzun seyrettim. Başımı kaldırıp Sümbül Dağı'na baktım. Babamın yedirdiği Yüksekova kebabının lezzetini damağımdan atamadım.


Bir gece taş evimizin damında yalnız başıma oturmak istedim. 


Gökyüzünde parlayan yıldızlara bakarken bir ses duydum.


“Mirza hoş geldin.” 


Başımı çevirip baktığımda gecenin karanlığından, Sümbül Dağı'ndan, Zap suyunun sesinden, Yüksekova kebabının acı tadından daha güzel bir duyguya kapıldım. Ellerim terledi. Düşüncelerim uçup gitti birden. Süheyla karşımdaydı. Çocukluk arkadaşım, ilk aşkım, Hakkâri mirlerinin hayalini bile kuramadığı güzel; yanı başımda duruyordu.


Üzerinde oturduğum minderi yanıma koydum. Süheyla’ya yerini hazırladım. Yanıtımı beklemeden utangaç bir tavırla oturdu. Ellerini birbirine bağladı. Cebimden orijinal bir İran tütünü çıkardım. Yavaşça kâğıda sarmaya başladım. Sigaramı yakarken çakmağın harlayan ateşinde yüzünü net bir şekilde gördüm. Yüreğim dağlandı. Sümbül Dağı'ndan bir sevda türküsü duyuldu. 


“Hoş bulduk.” dedim.


Süheyla’nın karanlıkları aydınlatan bembeyaz dişlerini gülümserken fark ettim. Konuşmuyordu. Sessizce oturduk. Yan yana, hiç konuşmadan taş evin damında yıldızları seyrettik. 


Sabah uyandığımda kalbimde yeni bir ateş vardı. Nehirler, ırmaklar bu yangını söndüremezdi. Kendimi dinlemeye geldiğim bu kentte yüreğimde yanan aşk harlanmıştı. Bir yol bulmalıydım. Ya aşkımı bağrıma basmalı ya da söylemeliydim.


Süheyla’nın benden beklentisi var mıydı? Onu da bilmiyordum. Ama ezelden beri bilirdi Hakkâri. Ben Süheyla’ya çok aşıktım.


Öğlene doğru yanık sesiyle ezan okuyan imamı duydum. Yeryüzüne kutlu mesajı duyuruyordu. Kalbimin sahibi Allah’a danışmak için ne bekliyordum?


Meydan Medresesine gittim. Tarihin en derin ama en anlatılmaz Hakkâri mirlerinin eğitim yurduydu burası. Işıl ışıl, parlak taşları vardı. Birbirinden güzel el yazması kitaplara sahipti. Bir insan kendini bulacaksa başka yere gitmemeliydi.


Ellerimi açıp dua ettim. Allah’tan Süheyla’nın ruhumda yaktığı ateşi ya söndürmesini ya zafere ulaştırmasını istedim. Medresesinin bahçesinde oturup Kur’an okudum. Kalbimdeki yangın bir dirhem olsun dinmedi.


Meydan müzesinde gezinirken Hakkâri mirlerinin yazdığı mektupları gördüm. Aşk mektuplarıydı. İran’a, Arabistan’a yazılmıştı. Onlarca yolu aşk mektubu ulaştırmak için gitmişti mirlerin ulakları.


Hangi çağda yaşadığımı düşünmeden mektup yazmaya karar verdim. Kâğıt ve kalemden başka dostum yoktu. Aşk, en güzel el yazması bir mektupla anlatılabilirdi. Teknolojiyi aşklara karıştırmak hataydı.


Zap suyunun eteklerine oturdum. Cebimden kâğıt ve kalem çıkardım. Bildiğim bütün dillerde yazdım mektubumu. Süheyla’ya methiyeler diziyordum. Mektupta can alıcı yeri sona saklamıştım. 


Birlikte yaşamak ister misin? Sen Hakkâri mirlerinin rüyalarında gördüğü Pers kızları kadar güzelsin.

 

Doğruldum. Irmağa birkaç taş attım. Mutluydum. Ruhum ferahlamıştı. Geceyi bekledim. Eve giderken kapılarının önüne mektubu bıraktım.


******


Aradan günler geçti. 1 yıl geçti. Zaman su gibi aktı. Süheyla’dan ne bir yanıt geldi ne de bir kere daha görebildim. Sevgimi yanlış mı anladı? Mektup ona ulaşmadı mı? Hakkâri’den gitti mi? Bilinmez. Bizim buralarda kızlar hakkında her soru sorulmaz. 


Gerçek olan bir şey varsa aşkımı kalbime gömmek zorunda kaldım. 


Bu zaman zarfında Diyarbakır Devlet Tiyatrosuna kabul edildim. Sırtımda çantam, annemin gözyaşı, babamın gururlu gülümsemesiyle Diyarbakır’a doğru yola koyuldum. 


Ne zaman aklıma gelse Süheyla’dan “Yanıtı gelmeyen mektup” olarak bahsettim. Sonuç olarak sevdiğine kavuşamayan ilk aşık ben değildim. Ve Hakkâri yarım kalan aşklara oldukça tanıktı. 


Varsın kavuşamayalım.

Belki bir gün bir Ahmedi Hani yeniden çıkar topraklarımızdan, bizim de destanımız yazılır.