''dimağım paramparça

ağzımda ekşimiş şiir

tarihi dolmuş göz yaşı

ve

tedavülden kaldırılmış umut

azık niyetine

birazcık mutluluk

çok mu şey istiyorum Tanrım

sana evet demek

bu kadar ağır bir yük!'' diye uyandım. gözlerim yarı açık kapalı bir şekilde kalktım yataktan. hala sersem gibiyim. vücudumun elektiriksel devresi yerine gelsin diye yüzümü yıkamaya gittim. suyun soğukluğu güneşten daha yakıcı bir halle uyandırı beni. sonra kızların mamasını verdim. zaten onlar benden erkek kalkıyor. bir baktım, ikisi de çözmüş işi. beni uyandırmak için yalıyorlardı. sularını değiştirmeyi unutmuştum. iki gündür aynı suyu içmekten gına gelmiş gibi suyu değiştirince kana kana içtiler. sonra dışarı çıkmak için hazırlandım. üstümü başı toparlayıp çıktım evden. sokağın başında bizim ufaklıklar bekliyordu yine. marketten bişeyler alıp onları da doyurduktan sonra yoluma devam ettim. hava biraz soğuktu. oysa kalında giyinmiştim ama yine soğuk bir yer bulup ciğerlerime işlemeye devam ediyordu. bir yerde oturup atıştırdım. daha sonra her zaman gittiğim güzel bir yere biraz kitap ve film izlemek için oturdum. yolda yürürken insanların omuzlarındaki yükleri görür gibi oldum. bu durum içimi burktu. bu kadar acı varken benim içimdeki o keyif için hatta zaman öldürmek diye tabir edilen eylemi gerçekleştirme hissi azalmaya başlıyordu. ancak karar vermiştim bir kere yürümeye devam ettim. mekana vardım. böyle kimsenin olmadığı uzak bir köşeye oturup kahvemi söyledim. bilgisayırı açıp bir şeyler karıştırım müzik arşivimden. sonra farid farjad'dan bir eseri açtım, dinlemeye koyuldum. ve yanımda getirdiğim kitabı açtım okumaya başladım. ve kitap okurken telefonum çaldı. arayan uzun süre konuşmadığım bir arkadaşımdı. öyle dediğime bakmayın aşırı ifrit biri. ben bile hala niye aradığına şaşırmış vaziyettim. konuştuk, öyle meta üzerine benim çok fazla sevmediği diyagramda konular. akıl falan istedi. bende elimden geldiğince fikirsel düzelmde yardım ettim. bu yönümden bazen iğrensem de sanki otomatik olarak tamamlıyormuş gibi hissettim. kapattık. kitap okumaya devam ettim. ve okuduğum kitapta şu cümleye takıldım:''anlamsızlığıın bile bir anlamı vardır. yeterki anlamak isteyecek cesareti ve kuvveti göster.'' aklıma bir parça satreyi anımsattı biraz da pessoyu. okumaya devam ettikçe beynimde şimşekler çakıyor ve biliyordum. bir sağnak yağmur yaklaşıyordu. hissediyordum. elim kahve bardağına uzanırken dahi harfler bilincimi istila etmek için küçük bir an kovalıyordu. bardağı yerine bıraktım. işte o an küçücük bir aralık buldu ve bir ajan gibi ihtilale kalkıştı kelimeler. dayanamıyordum bu baskıya. çin işkencesine minnet edecek hale gelmiştim. mürekkep beni mankurtlaştımanın tavizini bulmuşçasına gülüyordu. sonunda olan oldu ve kalemi kağıdığın o pürüssüz teniyle tanıştırma anı gelmişti. buna tanık olmanın dışında hem katil hem maktül hem savcı hem yasa hem de hakim olma kimliğine bürünmüştüm bir anda.ve harfleri salık verdim. şaha kalmış atlar gibi, çölde bulunan su ya da ne kadar betimle yapılabilirse o kadar işte akın akın mürekkep kaplıyordu kağıdı. ve o an şunlar düştü:

''gülüşünün okyanusuna düştüm

bakışının balık karnına girdim

ben yunus değilim

bu okyanusta boğulurum

ne olur kurtar beni

sesimi duyan varsa

ya da

ruhumun kanserlerini

ne olur

ya bu enkazdan çekip alsın beni 

ya da

kemoterapiye başlatsın.'' kağıda ağır bir yük yüklemiş gibi hissetim kendimi. oysa sadece bir kağıttı. ne kadar hissedebilirdi ki! sonra anladım. aslında onunda görev bilinci hissetmek olmasa dahi yazılanı ya da çizileni hissettirmekti. tabi bu öyle kolay bir şey değildir. çünkü kağıdı eline alanında bu duruma açık olması gerekirdi. sonra toparladım kendimi. kahvemde bitmişti. hesabı ödeyip kalktım. evin yolunu tuttum. dışarısı hala soğuktu ve hafiften yağmur da başlamıştı. yolda yürüken ayağım takıldı. düşmemek için zor tuttum kendimi. ama ayağım burkulmuştu. aksak aksa yürüyordum. aklıma baston alma fikri geldi. zaten hep vardı. tamam burukulmanın önüne geçemeyecekti ama en azından böyle acı içinde yürümeye devam etmeyecektim. sızını beynim en ücra köşelerine kadar hissetmeyecektim. neyse eve varmıştım. bizim ufaklıklar yine beni bekliyordu. karınları doyurmamı istiyorlardı. aramızda öyle kelimelere dökülemeyen cümleler vardı. harflerin dilsizliğinde konuşuyorduk. ama o dili bir onlar bir de ben anlıyordum. marketten yine bir şeyler alıp verdim sonra sevdirdiler kendilerini. iyice çıkarcı oldular. yemek vermeden sevdirmiyolar. ama zaten iletişimde biraz böyle değil miydi? yukarı çıktım, kızlar kapıda bekliyordu. mamalarını bitirmişler yeniden istiyor gibi bakıyorlardı. ödül mamasında bir parça koydum kaplarına, ben de odaya geçip üzerimi değiştirdim. sonra bir yorganı üzerime çekip uyumaya çalıştım. ama beni rahatsız eden bir şey vardı sanki. uyuyamıyordum. oysa yarın erkeden kalkmam ve toplantıya yetişmem gerekiyordu. neyse ki kızlar hemen gelip sarılınca bana o batan rahatsızlık hissi gitmişti. ve düşler evrenine mırlarmalar esnasında dalıyordum