Uyandı. Bütün kötü günler uyanmakla başlar. İyi günler için uyandırılmak gerekirdi. Öyleyse uyku... çok sonra konuşulacaktır. Doğrulmadan yatağının duvara yaslı olmayan tarafına dönüp eski kitaplıktaki raflara göz gezdirdi. Düz durmayan kitaplar ve yarısı çay dolu bardaklar dışında iki kavanoz vardı rafta. Bir süre o tarafa donduktan sonra midesinin ekşimesindendir yüzünü ekşitti. Baş ucuna bir metre kadar mesafeye koyduğu eski pas demirli bir sandalyenin üzerine uzanıp sigara paketini aldı. Paketin içinden önce çakmağını sonra da bir sigarasını çıkardı. Dönüp sırtını duvara yaslayarak bir sigara yaktı. Odanın haline baktı. Pantolonu, gömleği o rutubetli odada bir koltuğun kolluğunda duruyordu. Penceresi kapalı olsa da dışarıdan sesler geliyordu. Gözlerini kısarak birkaç nefeste bitirip sigarasını, yine aynı sandalyeye koyduğu cam küllüğe basıp söndürdü. Yataktan çıkıp pantolonunu giydi. Gömleğini kaldırıp geri indirdi yerine, odadan banyoya yürüyüp eski bir aynaya bakarak yüzünü yıkadı. Kısa saçları, kısa sakalları ıslaklığında iken elini havluya sürmeyip odaya dönüp gömleğini giydi. Penceresini açtı ve bir süre caddeyi izledi. Dönüp mutfağa yürüdü. Mutfağında, buzdolabında tek bir yiyecek yoktu. Buzluğu açıp elini daldırdıktan sonra eline aldığı buzları alnına ve ensesine sürdü. Bir yandan elinden düşen buzlar halısız zemini ıslattı. Islaklığı geçip kapının önünde ayakkabılarını giyerek hızlıca inmeye niyetlendi. Bir saniye durup dönerek hızlıca odaya gelip, raftaki kavanozların dolu olanından birkaç meşe yaprağı alıp cebine koydu ve apartmandan hızlıca aşağı inip dış kapıyı açtı. Gün ışıttı gözlerini, yola bakmadan hızlı hızlı yürüdü kaldırımda. Yürürkenki hızından bir acelesi olduğu seziliyordu ancak ne tarafa yürüyeceğini bilememesi de hiçbir işinin olmadığına delalet getiriyordu. Kalabalıkların arasından yürüyüp Osmanbey metro girişinde bir büfenin önünde durdu. 

-"Pardon" dedi büfede duran adama.

Adam başını kaldırmadan,

-"Buyurun" dedi.

Sanki içinde ömürlük bir hırsla adamın başını kaldırmasını istedi ve bir kere daha:

-"Pardon, (bir muzlu süt ve kek gösterip) şu ikisi ne kadar?" dedi.

Adam başını kaldırıp bir şeyler hesaplıyormuş gibi yaptıktan sonra:

-"Üç lira" dedi.

Cebinden üç lira çıkarıp ön tarafta duran gofretlerin üzerine bırakıp yürümeye devam etti.


Dar kot pantolon, yeşilli lacivertli gömleğiyle; kısa saçlı, kısa sakallı, dik omuzlu, dik yürüyen o sert adam bir elinde kek bir elinde muzlu süt ile Harbiye durağından Taksim'e doğru yürüdü. Kendisine bakanlar görüş açısındayken tepki veremiyordu. O da kimseye bakmıyor, kimseyi görmüyordu. Kek ve sütün ambalajını bir elinde tutup çöp tenekesine attı ve Taksim'e henüz varmadan bir pastanenin önünde durdu. Bir süre içeride, bir elinde maşayla poğaça dolduran kadına baktı. Beyaz önlüklü, siyah toplu saçlı güler yüzlü bir kadındı. Göz göze geldiklerinde bir işaret yapıp pastanenin önünden yan tarafta bir sokağın biraz içine yürüdü. Kadın müşteriyi tezgahtan uğurladıktan sonra hızlıca yürüyüp kapıdan çıkıp yanına geldi.


-"Cemil, akşam buluşacaktık neden şimdi geldin?"

-"Akşama kalmayacağım, gitmem gerekiyor benim. Döner miyim bilmem. Vedalaşmaya geldim." dedi.

-"Ne gitmesi Cemil, nereye gidiyorsun?"

-"Sorma, anlatamam. (Elini cebine atıp bir yaprak çıkardı.) Al şu yaprağı Gül, iyi sakla ve çok sevdiğin birine ver. O da iyi saklasın. Eğer çaresiz hissederse bu yaprağı yaksın. Ona çare olacaktır."

-"Cemil ne saçmalıyorsun? Ne yaprağı, kime vereyim ben bunu?"

-"Bilmiyorum, sen bilirsin. Kendine iyi bak." dedi ve Gül'ün yanından ayrılıp girdiği sokağın devamına yürüdü. Yürürken başını bir kere göğe çevirip derin bir nefes aldı.


Yaprağı elinde tutan Gül, tam anlamamışlığın verdiği sendeleme ile pastaneye girip elindeki yaprağı kasanın kenarında koydu. Gelen müşterilerle ilgilendi. Cemil'in neden gittiğini, ne anlattığını düşündü. Bir şey gelmedi aklına.


Cemil, garip bir adamdı. Hep efsanelerden, masalsı yaratıklardan bahsederdi. Kimseyle bir saatten fazla görüşmez, kimseyle uzun uzun konuşmazdı. Kadınlara aşık olmaz ama kadınların aşklarına inanırdı. Bir sırrın peşinden gidiyordu. Bütün düzenini o sırra ayarlamış, her gün o sır ile uyuyup uyanıyordu. Yaklaştıkça da uzaklaştıkça da çıldırıyordu.


Mesai bitimi Gül, pastaneden çıkmak üzere üstünü değiştirdi. Kasadan anahtarlarını alırken Cemil'in verdiği yaprak ilişti gözüne, yaprağı alıp çantasına koydu. Aslında yürürken çöpe atma düşüncesinde olsa da Cemil'e kıyamayıp yanında tutmaya karar verdi. Ama onu kime vereceğini ve verirken bunu nasıl anlatacağını bilmiyordu. Hadi Cemil deliydi onun gözünde, peki ona da deli demezler miydi?


Çok sevdiğin birine ver demişti Cemil yaprağı. Aklından birkaç kişi geçse de yaprağın tılsımından mıdır, sürekli kendini düşündürtüyor ve asıl sahibine ulaştırılmak için acele ettiriyordu. Yahut sadece Cemil'in ciddiyeti ona bunları düşündürüyordu.


Eve uğramadan arkadaşı Aslı'yı aradı. Buluşmak için mahalledeki bir kafeye çağırdı. Buluşup bir süre sohbet ettikten sonra sanki kendi arkadaşlığının nişanesiymiş gibi başka sebeplere dayandırarak yaprağı Aslı'ya verdi ve çaresiz kaldığında yaprağı yakıp yanışını izlemesini istedi. Kendinden bir şeyler ekledi Gül. Çünkü Aslı'yı Cemil'e inandırması kendince olanaksızdı. Aslı da yaprağı sorgusuz aldı ve karşılık olarak Gül'e bir tokasını verdi. Tam da Gül'ün planladığı gibi olmuştu. Aslı, bu yaprağı bir sorumluluk değil de hediye gibi kabul etmişti.


...


Cemil yürürken burnundan soluduğu derin bir nefes sonrası koşmaya başladı. Caddelerden insanlara çarparak, düşerek kalkarak koşuyordu. Nefes nefese Maçka Parkı'na kadar koştu. Biri yaprağı yakmıştı. Durup Salih ve Refik'i aradı. Cemil'in iki arkadaşıydı. Bu derdin peşinden sürüklediği, ona inanan yahut onu anlamak isteyen iki arkadaştı. Bir arabayla geldi, Salih ve Refik'in de geleceğini söyledi. Cemil arabaya bindiğinde Salih:


-"Yaprak mı yandı Cemil?" dedi

-"Evet. Buralarda bir yerde, burası çok kalabalık, inip dolaşalım." dedi.


Cemil yaprakları kimlere verdiğini bilse de yaprakların en son kimlerde olacağını bilemezdi. Kuralları vardı bu sırrın, Cemil çaresizliğine gideceği insanı tanıyamazdı. Salih ile beraber tüm Maçka Parkı'nı dolaştılar. Sonra Refik de çıkıp geldi. Birlikte aradılar ve bulamadılar. Cemil aramaktan yorgun ve bulamamaktan ümitsizdi. Şimdiye kadar hiçbir çaresizliğe dokunamamış olmanın verdiği başarısızlık hissiyle çimlere oturup ağladı. Salih onu teselli ederken Refik de yanlarında duruyordu. Salih'e dönen Cemil:


-"Salih, ben neden yapamıyorum? Hiçbir şeyi bu kadar ciddiye almadım hayatımda. Hiçbir şeye bu kadar vakit harcamadım. Onca yaprak dağıttım, bir tanesini yakan ele dokunamadım. O eli kurtaracak olan bensem kurtaramadım. Oturup ağladı o da belki burada bi' yerde. Ben onu göremedim. Başkası mı gelip teselli etti. Başkası mı alıp götürdü. Benden başka bilenler var bu sırrı biliyorum ama ben dağıttım o yaprakları. Bu bölgedeyim, bu küçücük yerdeyim. Nasıl olur da yetişemem?" diyerek başını öne eğdi.

 

Cemil bir kere daha başarısız olmanın verdiği üzüntüyle olduğu yerden kalktı ve üçü birlikte yürüyüp parktan dışarı çıkarak arabaya bindiler.


Gül buluşmadan eve üzerinden bir yük kalkmış rahatlığıyla dönerken Aslı da yaprağı yakacağı çaresizliği bekliyordu.


Cemil, artık bu sırrı başkalarının bildiğini ve kendisinden önce yetiştiğini düşünüyor yahut sanıyordu. Belki de yanılıyor, gerçekten yetişemiyordu. Hatta belki hepten yanılıyor, hiçbir yaprak yanmıyor ve burnundan çektiği nefes ona yalan söylüyordu. En hattası da belki de deliydi. Ama bunu kendine dememeliydi.