"Bir kahır işçisi Talip Apaydın"


(Osman Şahin'in Apaydın'ı anlatırken kullandığı bir tabir.)


Son zamanlarda inceleme yazmak için pek zamanım olmuyor. Lakin Talip Apaydın'ı etraflıca ele almadığımı fark ettim ve kendisine değer veriyorum. O yüzden zaman ayırarak farklı kaynaklardan derlediğim bölümlere kendi yorumumu da ekleyerek ilk önce Talip Apaydın'ı ele alacağım. Daha sonra da eserin kurgusuna çok değinmeden bir çerçeve çizerek sonlandıracağım. Muhtemelen uzun bir yazı olacak. Önden haber vermiş olayım.


1926 yılında Ankara'nın uzak bir köşesinde yer alan Ömerli Köyü'nde doğan Talip Apaydın küçük yaşta annesini kaybetmiştir. Çok yoksul bir ailenin çocuğu olduğu için eğitim hayatı sürekli karanlıkta kalan bir çocuk olmuştur. İlk olarak köydeki okulda üç yıl okumuştur. O zamanlarda nüfus sayısı az diye çoğu köy okulunda sadece ilkokul üçüncü sınıfa kadar eğitim verilmektedir. (Talip Apaydın'ın yetmiş yıllık arkadaşı yazar Abdullah Özçukurlu bir röportajda, o tarihlerde çoğu köyde sadece üçüncü sınıfa kadar eğitim verildiğini ve kırk bin köyün sadece beş altı bininde okul bulunduğunu belirtiyordu.)

Talip Apaydın üçüncü sınıfı bitirdikten sonra yine aynı belirsizliğe, aynı karanlığa dönmüştür. Köy okulundaki öğretmeni Talip Apaydın'ın elinden tutacak, onu yönlendirecek, Beypazarı Kaymakamının her köyden bir öğrenciye ücretsiz yatılı eğitim vereceğini söyler ve oraya başvuru yapmasını sağlar. Köyde üç ilçede iki yıl olmak üzere, beşinci sınıfı bitirecek ve yine eğitim hayatının geleceği konusunda belirsizlik olacaktır. Yıl 1938 olmuş ve Türkiye eğitim konusunda tarihi bir virajı dönmek üzeredir. 1938 yılında "Köy Öğretmen Okulları" açılacak ve köyden gelen çocuklara ücretsiz eğitim verilecek, mezun edilip köylere öğretmen olarak gönderileceklerdi. Yine köy okulundaki öğretmeni, Talip Apaydın'ı buraya sevk eder ve Talip Apaydın Eskişehir'deki Hamidiye Köy Öğretmen Okulunun öğrencisi olur.


Bir röportajda bu durumu şu şekilde anlatır:


"Son derece yoksul bir köy çocuğuydum. Üstüm başım perişan, hem yoksulluk hem üvey ana... Kaçmak istiyordum, kurtulmak istiyordum."


Kaçtı ve de kurtuldu. Hayatının en mutlu günü yoksulluktan ve üvey anadan uzaklaştığı gündü. Hamidiye Köy Okulunda ilk günü, hayatında üç kap yemek yediği ilk gündü. 12 yaşında bir çocuğun hayatının dönüm noktasıydı o gün. Lakin köy çocuğunun yüzünün güldüğü görülmüş müdür? Hayatının en mutlu günü aynı zamanda hayatında en çok ağladığı gün olmuştur. Hamidiye Köy Okulunda ilk gün 10 Kasım 1938'di. Tüm öğrencileri bahçeye topladılar ve genç bir adam şöyle bir duyuru yaptı: "Çocuklar size çok acı bir haber vereceğim. Atatürk'ü kaybettik." İşte o gün hayatının en önemli günüydü Talip Apaydın'ın, hem sevinç hem de hüzün bakımından.


Köy Öğretmen Okulunda ikinci yılını doldurduğu vakit Köy Enstitüleri kuruldu. Eğitim hayatına isim değiştirerek Çifteler Köy Enstitüsü olan okulda devam etti. Köy Enstitülerindeki eğitim hayatını kısaca şöyle anlatır:


"Ben Köy Enstitüsünü bitirdim. Fakat çok değişik bir eğitim, hem kafamızı çalıştıracağız hem de ellerimizi. Eller beynin uzantısıdır. Eli çalışmayan, yalnız kafası çalışan insan gerçek aydın olamaz, halkın sırtında sömürgen olur."


İlerleyen zamanlardaki değişimi anlayabilmek için Köy Enstitülerine başladığı zamanlardaki durumuna biraz bakmamız gerekiyor.


"Öbür klasik okullarda okunan kitapları koğuşturuyorduk. Türkçe, matematik, fizik, İngilizce, tarih, coğrafya falan. Zorlanıyordum. Köyden geldiğimiz için çok eksiklerimiz vardı. Görgümüz, bilgimiz, davranışımız yetersiz, şivemiz bozuk. Her şeyi düzeltmemiz gerekiyor. Öğretmenler çok anlayışlı davranıyorlar, hoşgörüyle, sabırla öğretmeye çalışıyorlar. İkinci sınıfta idik. Bir gün derste Türkçe öğretmenimiz "Git saate bak, gel." dedi. Sınıfta kimsede saat yok. Öğretmenin de yok demek. Alt katta yemekhanenin kapısı üzerinde asılı yuvarlak bir saat vardı. Gidip baktım fakat saate bakmayı bilmiyorum. On dört yaşındayım ve saate bakmayı bilmiyorum. Bekledim birisi geçsin de saate baktırayım, kimse geçmedi. Alt kattaki aşçıya gittim. "Abi saat kaç gelip bir bakar mısın?" Gelip baktı, söyledi ama çok zaman geçti. Tam sınıfa girerken teneffüs zili çaldı. Öğretmen yüzüme baktı baktı, "Amma uzun sürdü senin saate bakman." dedi. Bakmayı bilmiyorum, diyemedim. Ne düzeyde olduğumuzu belirtmek için söylüyorum bunu. Yani bizi nerelerden alıp nereye getirdiler."


Gelişme:


"Enstitü bir arı kovanı gibi sabahtan akşama, gece yarılarına kadar çalışırdı. Birlikte yapmanın, başarmanın erdemi anlatılırdı. Her alanda yetenekli, becerikli arkadaşlarımıza olanaklar tanınır, teşvik edilirdi. Hani çok amaçlı eğitim denilir ya, Köy Enstitülerinde bu uygulandı. Kimi arkadaşlarımız herhangi bir derste sivrilirdi, kimisi iyi inşaatçı oldu, kimisi müzikte gelişti, kimisi milli oyunları, zeybekleri güzel oynardı. Her arkadaş hangi alanda sivrildiyse o işin yöneticisi olurdu kendiliğinden. Onun yönlendirmesi istenirdi. Liderlik vasfı gelişirdi böylece. Zaten Enstitünün işleri öğrenciler tarafından yapılırdı. Her iş kolunda her alanda öğrenciler tarafından seçilmiş başkan, öğretmen yetkisi içinde işleri yürütürdü. Süresi dolunca genel toplantıda çalışmaları değerlendirilir, eleştirilir, başarılı ya da başarısız bulunurdu. Bu demokratik eğitim öğrencilere çok şeyler kazandırırdı. Sonradan bunu çok daha iyi anladık. Enstitülerin kuramcısı, kurucusu ve yöneticisi büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç'un izleri ve eğitim anlayışı hemen her alanda etkiliydi. Bunu sonradan bağlayabildik. Zaten sık sık geliyordu. Her seferinde öğretmenlerle öğrencilerle toplantılar yapıyor, uzun uzun konuşuyordu. Bunların her biri seminer gibiydi. Öğrencileri de öğretmenleri de yetiştiriyordu. Ülkemizin yeni bir aydın tipine gereksinimi vardı. Köylerin bu geri kalmışlıktan, karanlıktan kurtulması, kurtarılması klasik aydınlarla başarılamıyordu."


Sonuç: 26.11.1943, Son sınıf öğrencisi Talip Apaydın, Öğrenci No: 96 (Türkçe sınavında sorulan soruya verdiği cevap):


(Kısaca) Soru: "Bu yetişme zamanı içinde, kendinde ne gibi değişiklikler görüyorsun?"


Talip Apaydın'ın Cevabı:


"Anadolu'nun bütün köyleri aynı derecede zengin değildir. Hamidiye, Mahmudiye gibi geniş topraklı köylerimiz her yerde bulunmaz. Buralarda her kişinin bin dönüm arazisi var. Öyle köylerimiz var ki. Bütün işlenecek arazisi bin dönüm yok. Bu köyler, şehirler gibi güzel giyiniyorlar. Öyle köylerimiz var ki, bulgur dağarcığını bozup elbise yapmak mecburiyetindeler. Bura köylerinde üç ay çalışılır, yüzlerce, binlerce liralık buğday satılır. Öyle köylerimiz vardır ki, toprağı olmadığından bir ağaya bakar durur. Bir sene ölesiye çalışır, aldığı ücret karın tokluğudur. İşte böylesine aç ve başkasının esiri olmuş bir köyün evladıyım.


Bin dokuz yüz otuz sekiz ağustosunun yakıcı bir öğlesinde, bir bayırdan çıkarken bana ak sakallı babam dedi ki:

"Böyle köylerde yaşanmaz oğlum. Bu, hayat değildir. Bir insan olarak dünyaya geldik, fakat bunu inkar ediyorlar. Ve vaziyetimizi biliyorsun! Sen git oku, kendini kurtar, bizim gibi sürünme! İsteyenler, "Senin baban tembel, işten yılmış, onun için fakir düşmüş." desinler." Ben buna, yani "çalışmakla zengin olunur" lafına inanmıyorum. İnanırsam, milyonlar bana hakkını helal etmez... İşte okuyup kendimi sürünmekten kurtarmak için buralara geldim. Muhteşem binaların içinde yaşıyorum. Fakat gene dağarcık donluların ekmeğiyle beslenmekteyim.

"Kendimi kurtaracağım." deyince şimdi nasıl utanmayayım? Milyonlarla, kendi göbeğim arasındaki gıda yolunu şimdi nasıl keseyim? Onları nasıl unutuvermeli? Bu memleketin efendisinin sürünmesine nasıl razı olmalı? Dağarcıktan giyinmesine nasıl müsaade etmeli? Hayır, hakiki gençlik buna razı olamaz! Babamın dediğini kabul ediyorum. Evet babacığım, sizin insanlığınızı inkâr etmişler. Hakkınızı almışlar. Bunun derdini yaşıyoruz. Fakat, memleketin derdi ağlamakla iyi olmaz, bunu biliyorum. Onun için, "şahsi menfaat, iyi yaşamak" diye bir şey tanımıyorum.


Bunu unuttum artık. Hakiki gençlik ıstıraplıdır. Bunu gidermek için: İdeal, heyecan, el nasırı, alın teri, hakiki ilim, canlılık ve çalışkanlık lazım. Yukarda yazdığım hassalar belki bende daha kemikleşmemiştir. Fakat demir gibi imanım ve şahlanmış heyecanım var. Yolum orasıdır, kuvvetle gidiyorum."


Buraya kadar Talip Apaydın'ın hayatına, Köy Enstitülerinin üzerindeki etkisine kısaca değinmeye çalıştım. Bunları bilmeden Talip Apaydın'ın eserlerini okumak sadece boş bir okuma eylemi olacaktır. Neden köy ve köylü davasına bu kadar bağlı bu yazar? Bunu idrak edebilmemiz için biraz da yazarı tanımamız lazım. Köy Enstitüleri zamanına yönelik daha ayrıntılı bilgilere "Köy Enstitüsü Yılları" kitabını okuyarak erişebilirsiniz.


"İnsanlar, borçluyum size / Sözlerle, seslerle renklerle / Bunca güzellikleri yaratanlar / Borçluyum size / Kolay Ödenmez /… Ne tad alıyorsam dünyada / Sizin eseriniz / Geriye ne kalırdı /Siz olmasaydınız… Nice doğruları söylediniz / Kutup yıldızı gibi değişmez / Daha ben yokken açtınız / Dümdüz yolları / Geriye dönülmez /… Demirin pası var / Ama özü eğilmez / İnsanlar borçluyum size / Kolay ödenmez.” (Kırsal Sancı, 1999)


Hasan Ali Yücel, Köy Enstitülerinden bahsederken şöyle bir ifade kullanır: "Dağ başlarında kendi kendine açıp solan çiçek bırakmayacağız." Talip Apaydın ve diğer Enstitü mezunu arkadaşları bu ilkeden hareketle kendini kurtarma fikrinden sıyrılıp toplumu kurtarma fikrine sahip çıkmışlardır. Bu anlayış onların edebiyattaki devrimci tavırlarını oluşturmuştur. Fakir Baykurt ise: "Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır.(...) Hayatı değiştirme amacına yönelmemiş bir sanat, insanın bilinçlenmesine ve birleşmesine yardım edemez." demektedir.


Bu anlayışta olan Toplumcu Gerçekçi yazarlar eserlerinde toplumu ve toplumsal sorunlara öncelik verirler. Apaydın'ın eserlerinde genel olarak köylü insanların "küçük" dünyası, doğa ile olan ilişkileri, tarımsal üretim yöntemleri, üst sınıf insanlar tarafından sömürülme durumları ele alınır.


Köylülerin küçük dünyaları vardır. Çünkü köy insanı (internet çağının öncesini konuşuyoruz) dışarıdan bihaber yaşayan insandır. Tüm hayatı aile ilişkileri, toplumsal dayatmalar ve hayatta kalmak için verdiği tarımsal mücadeleden ibarettir. Hayata geniş bir perspektif üzerinden bakmasını sağlayacak eğitim öğretim olanakları kısıtlı olduğu ya da hiç olmadığı için tüm dikkatini çevresinde yaşanan aksiyonlara, dedikodulara ve küçük meselelere verir. Eğer siz bir okur olarak köy hayatına uzak değilseniz bu kitaplar sizin için çok anlamlı ve çok yararlı olacaktır. Lakin Toplumcu Gerçekçi edebiyat eski okunurluğunu kaybetmiş durumdadır. Sanki Türkiye'de köy ve köylü kalmamış, tüm taşra çağdaş seviyelere ulaşmış "edebiyatta çağ atlamış" gibiyiz... Artık parçalardan oluşan edebiyat eserlerini okuyor, bireyin dünyasını anlamaya, kendimizi kurtarmaya çalışıyoruz. Kişisel gelişim kitapları tonlarca basılıp satılıyor. Psikolojik sorunlarımızı tespit etmeye çaba gösteriyor, birey olarak ayakta kalabilmek için uğraş veriyoruz. Tabii ki tüm bunlar bir yanılsamadan ibarettir. Hiçbir toplumsal sorunu çözemediğimiz gibi bu soruna değinen yazarları da hasır altına ittirmekteyiz. Göze görünmediği için sorunlardan da uzaklaşmış oluyoruz böylece. Toplumcu gerçekçi edebiyatın rağbet görmüyor oluşunun altında küresel pazarların sunduğu bireyci anlayışların da payı büyüktür. Artık kimse toplumun ne olacağını düşünmüyor, kendi iç meselelerinin büyüklüğü altında eziliyor ya da kendi bireysel refahının tadını çıkarıyor...


Talip Apaydın'ı 2014 yılında kaybettik. Yani hayatının yarısını okunarak yarısını da unutularak geçiren bir çınardı. Gelişen üretim araçları, kapitalist düzenin iliklerimize kadar işlemesi, makineleşmemiz, çağa ayak uydurma çabalarının zayıflattığı bir yazardır.


Birçok okur "Neden Toplumcu Gerçekçi bir yazarı okuyayım ki?" diye düşünebilir. Taşranın zayıfladığı, kentin önem kazandığı bu dönemde haklı bir düşünce olarak gözüküyor olabilir. Lakin Toplumcu Gerçekçi yazarlar ya da daha dar bir ifadeyle köy hayatını ele alan yazarların birinci çıkış noktası "ezene karşı olmak, ezilenin yanında yer almak"tır. Bugün de ezen ezilen mücadelesi devam etmektedir. Bugün de ezilen birey Apaydın'ın, Baykurt'un, Makal'ın, Osman Şahin'in eserlerindeki karakterlerin iç konuşmalarını, öfkelerini, isyanlarını dile getirmektedir. Değişen tek şey ezilme türüdür. İnsan değişmiyor, ezen sadece isim mevki değiştiriyor. Ezilen de -hâlâ köyde yaşayanlar hariç- sadece köyden kente taşınıyor. Olan bu....


Genel bir çerçeve çizdikten Yarbükü adlı romana geçelim.


Apaydın'ın ikinci romanıdır (İlki Sarı Traktör). 1959 yılında yazılmış olup köylünün en büyük sorunlarından biri olan su sorununu ele almıştır. Lakin bu eser okuduğum diğer Talip Apaydın eserlerinden biraz ayrılıyor. Ana karakterlerin birinin psikolojik gerilimini daha güçlü bir hisle aktaran bir eserdir Yarbükü.


Yarbükü, Çeltik tarlaları ile ön plana çıkan bir tarım bölgesi. Bükler beş on arazi kümesinin birleşimi ile oluşmaktadır. Bizim hikayemiz de Yarbükü'nde geçmektedir. Tarlalar eğimli bir bölgede ve en üstteki tarlalar daha fazla sulanırken aşağıya doğru sular azalmakta ya da hiç gitmemektedir.


Talip Apaydın ilk bölümde bük ağası Remzi'nin eşliğinde bize tarla sahiplerini tek tek tanıtıyor. Bu şekilde ilerleyen kısımlara yönelik tahminlerde bulunmanızı sağlıyor. Tanıtım yapılırken Remzi ile diğer çeltik tarlası sahiplerinin ilişkilerini görüyoruz. Remzi en büyük tarlaya sahip olduğu için bük ağasıdır. Lakin Talip Apaydın bu romanda ters bir kurgu işletiyor. Bu sefer bük ağası kişilik olarak korkak, hor görülen, sinirlenince sesi inceleşen (kadınsılaşmaya yapılan bir gönderme de diyebiliriz), o yüzden pek dikkate alınmayan bir bük ağasıdır. İlk elli sayfada çeltik tarlası en altta olan Remzi'nin, suyu kendi tarlasına rica-minnet getirtebilme mücadelesini seyrediyoruz.


Hikayenin ikinci ana karakteri ise Haydar. Cinayetten hapis yatan lakin geçmişini pek bilmediğimiz, cezaevinde kötü şeyler yaşadığına dair hissiyat oluşturulan, yıllarca hapis yatıp çıktıktan sonra ilk başta korkak bir görüntü sergileyip daha sonra dizginleri ele almak için kurnazca hareket eden "siyah" karakter.


Olay bu iki karakterin çatışması üzerine kurgulanmış olsa da Remzi'nin psikolojik buhranları okur olarak bizim en çok dikkat etmemiz gereken noktalardır. Zayıf karakterli insanların taşra gibi bir yerde hayatta kalabilmek için ne gibi psikolojik zorluklar çektiğini, değişime mecbur bırakıldıklarını anlatan temel bir karakterdir Remzi.


Talip Apaydın'ın en iyi yaptığı şey ise anlattığı hikayedeki tarımsal üretimi sizi orada bir gezintiye götürerek aktarmasıdır. Çeltik tarlalarının sulanması, arklar, geverler, bendler, her zaman sular içinde kalan tarlalarda yetişebilecek ağaçların hangileri olduğuna, dizine kadar suyun içinde bulunan insanların ayıkladıkları otlara kadar her şey görsel olarak çok iyi bir şekilde dizayn ediyor.


Köylülerin doğa ile olan ilişkisine de değinen Talip Apaydın bir yerde otların sıcaklığından zamanı tahmin eden Remzi'yi anlatırken başka bir yerde Ay'ın gökyüzündeki görünüş döngüsüne göre adet döngüsünü ayarlayan Remzi'nin karısı Halime'yi aktarıyor bizlere.


Taşradaki temel sıkıntılardan olan ilkel cinsellik, namus göndermeleri ve de erkek çocuğu olmayan "dile düşme" durumlarını da işlerken alternatif cinsiyet belirleme mekanı olan tekkeler, hocalar, çeşitli bitkilerle bu işi halledeceğini söyleyen erkek çocuk sahibi kadınları da görüyoruz.


Kitapta çarpıcı bir namus göndermesi vardır ve bu kadınların gerek taşrada gerekse şehirde sıkıntısını çektiği bir durumdur. Tecavüze uğramak üzere olan bir kadının yüksek sesle bağırması üzerine: "Niye bağırıyorsun? Kendini lekeleyeceksin sus..."