“Günaydın abi” diyerek girdi bakkala. “Veresiye defterine baksana bir, kaç günah işlemişiz bu ay.”


“Günaydın Alimim. Hayırdır? Maaş erken mi yattı?” dedi bakkal adam, veresiye defterine uzanırken.


“Yok be abi, kendimi öldüreceğim de bu gece, arkamda borç harç bırakmayayım.”


“Ee, bankayı falan ne yapacaksın? Dört yüz otuz versen yeter bu arada.”


“Arabayı sattım” dedi parayı uzatırken. “Dedim adama ‘böyle böyle, anahtarı bakkala bırakırım, sabah gelir alırsın.’ Parayı alıp borcu kapatması, kalanı da kardeşime vermesi için avukata vekâlet de verdim. Onu da diyecektim zaten sana. Akşam bırakırım anahtarı.”


“Olur güzelim.”


“Eyvallah abim. Hadi helal et hakkını.”


“Helal olsun yahu. Allah rahmet eylesin şimdiden.”


“Sağ olasın” dedi, çıktı. Atladı arabaya, ofisin yolunu tuttu. 


Mesai başlamadan girdi ofise. Açtı bilgisayarını, hararetle çalışmaya koyuldu. Erkenden tüm işlerini toparlayıp istifa edecekti. Öyle de yaptı. Öğle arasından bir iki saat sonra bitirdi çalışma hayatını. Hemen bir istifa dilekçesi yazıp patronun yanına çıktı. 


“Muhammet Bey, merhabalar. Şöyle takdim edeyim, istifa dilekçem.”


“Aa! Hayırdır Alim ya?” 


“Bu gece kendimi öldüreceğim de.”


“Ama bu işin ihbar süresi falan filan var, Alimciğim. Öyle zart diye istifa edilmez ki.”


“Vallahi, bilmiyordum Muhammet Bey. Ama bütün işlerimi toparladım.”


“Şimdi, nasıl yapsak ki? Kabul edeyim ama, dediğim gibi, öyle pat diye... Yani...”


“Yıllık iznim duruyor, onu kullansam.”


“Yeni mi karar verdin sen bu intihara.”


“Çok da yeni sayılmaz.”


“Ah be Alim! Kanunu nizamı var bu işin... Neyse. Mesai bitince ayrılabilirsin, bakarız bir çaresine.”


“Yapmayın Muhammet Bey, burada işim kalmadı, geceye kadar halletmem gereken bir sürü şey var.”


“İyi, tamam, öyle olsun. Çıkabilirsin. Toprağın bol olsun şimdiden.”


“Teşekkür ederim Muhammet Bey, hakkınızı helal edin.”


“Helali hoş olsun, sen de helal et.”


“Helali hoş olsun.”


Tekrar indi ofise. Sabahtan beri tek kelime konuşmadığı insanlara veda etti.


“Arkadaşlar, kolay gelsin herkese. Ben istifa ettim. Bu gece de intihar ediyorum, görüşemeyeceğiz artık. Hakkınızı helal edin.”


Yükselen uğultunun içinde birkaç temenniyi seçebildi sadece.


“Ayy, huzur içinde yat canım.”


“Işıklar içinde uyuyun Alim Bey.”


“Helal olsun, Allah rahmet eylesin Alim Bey.”


“Başınız sağ... Huzur içinde uyuyun.”


“Nur içinde yat kardeşim, helali hoş olsun.”


“Helal olsun Alim Bey.”


Arabasına indi sonra. Arabayı çalıştırmadan önce annesini görüntülü aradı. 


“Anne? Babam yanında mı?”


“Yanımda oğlum. Babası! Oğlun seni istiyor.”


“Ne var lan?”


“Baba, annem de gelsin yanına.”


“Seni istiyormuş ya, bana niye veriyo’n?”


“İkinizi de istiyorum. Bakın bir. Ben bu gece kendimi öldüreceğim.”


“Ne ölmesi la bu yaşta?” dedi babası.


“Ne yapacakmış?” diye babasına sordu annesi.


“İntihar edecekmiş.”


“A aa! Oğlum, ne intiharı? Hem ne deriz eşe dosta?”


“Orasını da siz düşünün anne.”


“Karı, boşversene sen. Yaşamayı beceremedi bu, ölmeyi nasıl becersin.” 


“Baba... Anne... Kendi aranızda konuşmayın bir saniye. Kararım kesin. Ne derseniz deyin eşe dosta, bana ne?”


“Bırak şunu ne yapıyorsa yapsın be.” diyerek telefonu kapatmak üzere karısının elinden çekip aldı babası.


“Ayol, Mehmet, bir dur...” diye son bir çırpınışla uzanmaya çalıştı annesi.


“Baba, dur, kapatma. Helal edin hakkınızı.”


“Helal olsun he he.”


“Helal olsun oğlum!”


Kapandı telefon. Kardeşini aradı hiç bekletmeden.


“Alo, abim?”


“Efendim abi?”


“Nasılsın, ne yapıyorsun?”


“Ne yapayım abi, oyun oynuyoruz arkadaşlarla.”


“Oğlum, senin vizelerin yok mu haftaya.”


“Ya, var da...”


“Neyse. Bak, ne diyeceğim; ben intihar ediyorum bu gece, hakkını helal et.”


“Abi senin helalin haramın mı var sanki ya” dedi kardeşi, gülerek.


“Lafın gelişi be oğlum. Adettendir, helallik alıyorum herkesten.”


“İyi. Babamlardan aldın mı?”


“Aldım aldım.”


“Benden de helal olsun. Sen de helal et.”


“Helal olsun. Bu arada, arabayı sattım. Avukat tuttum, borçları kapatıp kalanı sana verecek.”


“Ne diyorsun! Ciddi misin sen?”


“Oğlum, kimim var benim senden başka?”


“Aslan abim benim be! Adamsın sen, adam! Ne kadar kalıyor bana?”


“Bi’ iki yüz küsür kalır.”


“Bin TL!”


“E yani.”


“Off! Abilerin şahı be! Her hafta mezarına gelmezsem ne olayım!”


“Ulan, sen de olmasan... Hadi, akıllı ol, tamam mı? O okul bitmezse hayalet olur peşine düşerim senin.”


“Hehehe, abim benim, bundan sonra hayatımın her adımını ‘abim böyle isterdi’ diye atacağım, hiç merak etme sen.”


“Aferin! Aslan kardeşim benim, dikkat et kendine.”


“Hoşça kal abim.”


“Sen de.”


Telefonu kapadı. Bankanın uygulamasına girip birikim hesaplarındaki tüm parayı Türk Lirasına çevirdi. En yakın şubeye gidip, “iş kuracağım” yalanıyla aldı varını yoğunu. Şimdi intihar edeceğini söylese, vazgeçirmeye çalışırdı bu bankacılar. Beyhude bir çabaya direnirken vakit kaybetmeye hiç niyeti yoktu. Elinde bir çanta dolusu parayla döndü arabaya, kontağı çalıştırdı, bastı gaza. Varlığını bildiği ama hiç uğramadığı bir silah dükkanının önüne çekti. Kapının tepesindeki zilin şıngırtısıyla girdi içeri.


“Kolay gelsin. Abi, direkt lafa giriyorum, ben kafama sıkacağım bu gece, anında öldürecek, güzel bir tabanca ver bana.”


Dükkan sahibi tereddüt bile etmeden mat siyah bir revolveri koydu tezgaha.


“Faça de’ mi?”


“Faça, faça olmasına da. Şimdi, benim bir üst komşu var, gazeteci, sesi duyarsa polisle girer içeri, haber olurum. Her gün kaç kişi sıkıyor kafasına, biz niye durduk yere haber olalım? Susturucu da isteyecektim o yüzden. Buna takılmaz sanki.”


“Yok, takılmaz.” dedi ve sakallarını ovuşturarak kısaca düşündükten sonra “Cesedim yakışıklı olsun derdin var mı?” diye sordu.


Güldü Alim, “Yaşayan bedenimiz yakışıklı değil ki cesedimiz yakışıklı olsun” dedi.


“O zaman kardeşim... Evde ince bir kırlent var mı? Evde sıkacaksın daha?”


“Evet. Var abi.”


“Bak şimdi; kırlenti yüzüne koyuyorsun, bu tabancayı onun üzerinden gene ağzına sokup namluyu üst damağına dayıyorsun. Hem az ses çıkar, hem de hissetmezsin bile. Beyni anında dağıtır üst damaktan.”


“Susturuculu bir tabanca versen aslında.”


“Kardeşim benim... Şu emanetin façaya bir bakar mısın tekrar. İntiharın afilisi makbüldür ha. Bir giriyorlar ki kırlentin pamukları beyin parçalarına karışmış, dağılmış her tarafa. Bir de yanında şöyle faça bir silah. Üf!”


“Öyle olsun bakalım. Harbiden güzel silahmış. Ne kadar bu?”


“Nakit mi?”


“Nakit.”


Söylenen parayı verdi. Bindi arabasına, bildiği bir şarapçıya doğru yola koyuldu. Yıllardır uğramamıştı buraya. Yıllardır, şöyle yıllanmış, damakta üzüm tadı bırakan bir şarap içmemişti. Belki fırsatı olmamıştı. Belki de tüm fırsatları bu geceye saklamıştı.


Dükkana girdiğinde genç bir kadın ortalığı toparlıyordu. “Kapatıyor muydunuz?” diye sordu.


“On dakikaya kapatacağım.”


“Uzun saçlı bir bey vardı burada.”


“Evet, Serdar Bey, dükkan sahibi. Pek uğramıyor artık. Birkaç aydır ben ilgileniyorum.”


“Ne güzel... Eski müşterisiyim de ben. Tabii, alkol fiyatları uçtuktan sonra pek gelemez olduk. Terra, Buzbağ... Öyle devam artık.” dedi gülerek. Kadın, sade bir tebessümle karşılık verince devam etti; “Elinizdeki en pahalı şarabı sorsam?”


“1945 Chateau Mouton-Rothschild. Yüz bin TL.”


“Peki... İkincisi?”


Alim’in gülerek yönelttiği soruya gülerek cevap verdi; “1978 Montrachet var, elli bin TL.”


“Süper, alıyorum!”


Genç kadın, arka odadan merdiven getirip yukarıdaki kilitli cam dolaptan dikkatle indirdi şarabı. Özel bir de kutu çıkardı tezgahın altından. O esnada Alim’in gözüne daha önce bu dükkanda görmediği bir şey takıldı.


“Şu purolar, Küba purosu mu?”


“Hangileri?”


“Şuradakiler.”


“Evet. Yani, bu marka Havana menşeili.”


“Bunlar” diye gülümseyerek başladı cümleye, “Kübalı güzel kadınların bacaklarında sardıklarından mı?”


“El sarmasıdırlar, evet, ama sanırım orta yaşlı veya yaşlı ustalar sarıyordur bunları” dedi genç kadın, ince bir kıkırdamanın ardından.


“Sağlık olsun, ben yine de bir tane de ondan alayım... Bir de şuradaki mat siyah Zippo’yu rica edebilir miyim?”


“Tabii. Özel bir akşam mı, sorması ayıp?” diye yine de sordu, adama satın aldıklarını uzatırken.


“Yok... Yani... Evet. Sayılır.” dedi Alim ve kadının şaşkın bakışları eşliğinde bir çanta dolusu parayı bıraktıktan sonra “Kendimi öldüreceğim de bu akşam” diye ekledi. “Üstü sana bahşiş olsun, artık lazım değil bana.”


Kadın paranın varlığını unutup merakla sordu; “A ah! Neden?”


Afalladı Alim, “neden?” sorusu karşısında. Cümleye başlamak için ağzını açıp açıp kapadı. Bir sağa bir sola bir yukarı bir aşağı baktı durdu. Sonra genç kadının meraklı gözlerine kitlendi sessizce. Cevap verdi nihayet.


“Çünkü artık yapabilecek durumdayım.”


“Nasıl yani?”


“Artık merak etmiyorum.”


“Neyi?”


“Hayatın ne getireceğini.”


“Sizi hayata bağlayan tek şey merak mıydı?”


“Evet.”


“Bir inancınız yok o zaman.”


“Yok.”


“Mutlak sona gidiyorsunuz yani.”


“Güzel söyledin. Ölümle son bulacak her şey.”


“Acılarınız mı?”


“Her şey.”


“Yaşamaya doymuş bir intihar mı bu?”


“Öyle denemez, hayır.”


“Bir anlam bulamamaktan mı?”


“Hayır, hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok zaten, çoktan özümsedim bunu ve bununla yaşamaya devam ettim.”


“Pardon, isminiz neydi?”


“Alim.”


“Alim Bey...”


“Sizin?”


“Cemre. Alim Bey...”


“Memnun oldum Cemre.”


“Ben de. Ama, merak ediyorum Alim Bey, çok da mutsuz gözükmüyorsunuz. İntihar etmeye giden biri mutsuz gözükmelidir. Ya da ne bileyim, huşu içinde gözükebilir belki. Sizde ikisi de yok.”


“Ben hiçbir şey hissetmiyorum Cemre.”


“Hiç!”


“Hiç.”


“Sevgi? Sevdiğiniz, sizi seven insanlar? Sevgi de mi hissetmiyorsunuz?”


“Hayır. Merak ediyordum sadece. Tekrardan bir şeyler hissedebilir miyim diye. Artık merak etmiyorum. His olmayınca canlı olmaya da gerek yok. İlla bir anlam koyacaksan hayata, hissetmektir. Öyleyse benim için hayatın bir anlamı yok.”


“Hiç korkmuyor musunuz peki?”


“Ölmekten mi?”


“Evet.”


“Neden korkayım ki? Ben ölü olmak istiyorum. Ölü olmak çok kötü, korkulacak bir şeyse de bu beni hiç ilgilendirmez. Çünkü öldüğümde orada olmayacağım.”


“Ölüm anı? O an yaşayacağınız acı?”


“Silah aldım bugün. Üstelik, ölmeyi ne kadar istediğine veya ne kadar kararlı olduğuna bağlı bu. Birkaç saniye dayanılmaz bir acı çektikten sonra yegâne amacına kavuşacaksın ve acın da her şeyle birlikte sona erecek.”


“Yanlış anlamayın, meraktan soruyorum; kimseniz yok mu Alim Bey? Aileniz, arkadaşlarınız?”


“Var.”


“Nasıl bu kadar eminsiniz sizi sevmediklerine.”


“Ben, beni sevmediklerini söylemedim ki. Muhakkak seviyorlar beni. Ben de onları seviyorum. Ama ne onlar tarafından sevildiğimi ne de onları sevdiğimi hissedebiliyorum. Farklı şeyler.”


“Madem sizi seviyorlar ve siz de onları seviyorsunuz, ölümünüzün onları üzecek olması vazgeçirmiyor mu sizi?”


“İnsanları üzmek veya mutlu etmek bizde yarattığı hislerle ilgilidir Cemre. İnsan, sandığından çok daha bencil bir canlı. Ben öldüğümde kimin ne hissedeceğinin hiçbir önemi yok, çünkü ben artık olmayacağım.”


Cemre duraksadı, tebessüm etti. “Kusura bakmayın” dedi, “anlamaya çalışıyorum.”


“Bunu hiç kaybetme.” dedi Alim, para dolu çantaya iki kez yavaşça vurup, “İçinden ücreti al, üstü sende kalsın. Memnun oldum” diye ekleyerek hafif bir gülücük savurup dükkana geldiğinden beri hiç bozmadığı o sakin edayla kapıya doğru yöneldi.


Tam çıkacakken arkasından seslendi Cemre; “Belki bu kadar sessiz attığınız için kimse duymuyordur yardım çığlıklarınızı.”


“Sence ben yardım çığlığı mı atıyorum?” diye sordu, birkaç saniye bekleyip arkasına döndükten sonra.


“Kesinlikle.”


“Sen duyuyor musun?”


“Duymaya çalıştım. Duydum da.”


“Katılmıyorum.”


“Bir düşünün derim.”


“Sanmıyorum” dedi zoraki gülümseyerek ve ruhsuz bir “Hoşça kal” ile çıktı dükkandan.


Arabayı evin önüne park edip anahtarı bakkala bıraktı. Eve girince ilk iş en sevdiği yemeği hazırladı. Sonra kedilerin yiyebileceği ne varsa dolapta, bahçedeki kedilere attı pencereden. Yemekle birlikte başladı şarabı içmeye. En sevdiği müziklerden bir liste hazırlayıp başlattı. Hemen yemeğin akabine yaktı puroyu. Yavaş yavaş, sakin sakin, rahat rahat, huzur içinde bitirdi bir şişe yıllanmış şarabı. Öyle güzel hissediyordu ki kendini, ölmek çok yakışırdı bu hâle. 


Aldı revolveri eline, uzandı yatağına. Suratına kırlenti, kırlente silahı dayadı. Namluyu bir güzel yerleştirdi üst damağına. Horozu indirdi. Ne bir kuşku, ne bir tereddüt... Ölümü kutsal bir şeylerin uğrunaymışçasına bir güzel kavradı tetiği işaret parmağı.


Sıkamadı. Tam o anda, bir ses yankılandı zihninde. Yataktan kalkıp kırlenti bir kenara fırlattı. Tabancayı sol eline alıp, zihninde yankılanan sesin söylediklerini yazdı, eline geçen ilk defterden yırttığı bir kağıda: 


“Belki bu kadar sessiz attığınız için duymuyordur kimse yardım çığlıklarınızı.”


Kağıdı komodinin üzerine koydu, komodindeki diğer her şeyi alıp masasına bıraktı. Yeniden yatağa uzandı sakince. Kısacık bir düşünceli bekleyişin ardından sol elindeki tabancayı şakağına dayadı...