Derin bir nefes alıp oturduğu yerden kalkmıştı. Küçük şehrin küçük insanlarıyız, demişti oturduğu parkta yerleri örten yapraklara bakarak. Kafasının içindekiler durmuyordu. Ellerinin üşüdüğünü, hemen yanı başında duran bir ağacın gövdesinden valizini çekip almaya çalışırken fark etti. Valizi alıp doğruldu, kafası karışıktı; bir sağa gidiyor bir sola gidiyor, yine oturduğu bankın önünde kalakalıyordu. Nereye gideceğini bilmiyor, kafasını meşgul eden her şeyle nasıl baş edeceğine dair hesaplar yapıyordu. Aklına Şüheda geldi. Çok olmamıştı tanışalı, kısa zamanda hızlı bir samimiyet kurulmuştu. Aradı Şüheda’yı; geliyorum, dedi.


Gözyaşlarını kendine saklayıp en az valizi kadar ağır olan bir yorgunlukla gidiyordu. Attığı her adımda birkaç mevsim değişiyordu sanki. Bir yapraklara bakıyor, bir gökyüzüne bakıyordu. Gökyüzünün bitiş çizgisini görmeye çalışıp, kendini gösterecek yıldız var mı diye kolaçan ediyordu her adımında gökyüzünü. Yürürken gökyüzüne pek sık bakmazdı aslında, tecrübeleri ona yüreği bu kadar sıkıştığında doğrulması gerektiğini öğretmişti. Fark etmeden yürüdü, neye yürüdüğünü bilmeden. Üzerine geçirdiği jean sweat ve deri ceket ısıtmıyordu, bunu akıl etmişti ama valize tıkmadan evvel aldığı bir atkıyı dolamıştı boynuna. Ağırlığı omzundan yere çakılıyordu, ayakları hareket ediyor, yol bitmiyordu. 


Şühedaʼnın küçük bir evi, bir de ev arkadaşı vardı. Tanımadığı ev arkadaşına karşın güçlü tavrını takınıp çaldı zili. Kendine çeki düzen vermek istedi; asansörde alelade saçlarını savuruyor, gözlerini kontrol ediyordu ağladığı belli mi diye. Derken gelmişti Şüheda, kapıyı aralamış gülümseyerek bekliyordu. Gerçekten küçücük bu dairede nasıl yaşadıklarına şaşırıp evin sıcaklığıyla da içimi ısıtmıştım.

Bir öğrenci eviydi; samimi, sıcak çizdiğim tüm tablolar kadar diye düşündü.


Oturduğum masada tabaklar kalkıyor, yerine yenisi geliyordu. Kahve içiliyor, kahkaha eşliğinde kapatılıyor, sigara yakılıyordu. İnsan bazı anların geçici rahatlığına müptela diye düşündü içindeki kederi fark edip. Akrep ile yelkovan, masadaki tabaklar, küllük sürekli yer değiştiriyordu. Konu konuyu açıyor, herkes kendi derdini dağ sanıyordu. Evin tek penceresinin önünde, perdeyi kapatmadan düşen yağmur tanelerini görmek için mum ışığında oturmayı tercih etmişlerdi. Yağmur pencereden içeri geliyordu bir esintiyle. Telefonum çalıyordu. Ekrandaki görmeyi en sevdiğim isimken ve yapmak üzere olduğum konuşmadan korkarak, kimse anlamayacak şekilde bir iç çekip açtım telefonu.


Can’ım dedi, yutkundu, sanki son kez seslenişiydi. Uzun tuttu, aklına gelen bütün güzel kelimeleri söylemek istedi, durdu. Biliyordu canının acıyacağını yine de güçlü kalmayı seçti; yüzleşti, savaştı kendiyle. Bir aynanın önünde bir eli telefonda, diğer elinde hiç sönmeyen bir sigarayla konuşuyordu. Can’ı dinlerken yine o koltuğunda oturuyor, muhtemelen bir eliyle alnına düşen kıvırcık saçlarıyla oynuyor, diğer eli telefonu kavrıyordu. Yüz yüze olmasa da konuşma, bakışlarını biliyordu; gergin olduğunda yeşil gözleri nasıl bakar, biliyordu. Konuşmanın ağırlığı çökmüştü kalbine, tam da nefes borusuna baskı yapıyordu sanki. Başkasının evinde sessiz sedasız verdiği savaş gizli kalamadı, kendini tuttu ama nefesi onu ele verdi. Gerçekten kalbi sıkışmıştı, tek düşündüğü şey kafasında yankı yapan o kelimelerdi. Defalarca ölüyor insan hem de birkaç kelimeyle; yanımda bir yabancı, bir de tanıdık bir yüz bakıyor bana. Ağladığımda gözlerim nasıl görünür, biliyorum. Yaşlar, gözümden çıktığı gibi görünmesinden rahatsız bir halde ve süratle daha yanağıma dokunmadan silerdi. İpek kadar yumuşak saçları, önce yaşlarına sonra nefesine çarpıp suratını tokatlıyordu. Bir ömür sürmüştü konuşması sanki. Şimdi gördüğüm yüzler ağlak suratıma bakıyor. Kendime gelene kadar düşündüm, düşündüm... Hani ben karşımdaki insan için savaşçı oluyor, kendime öyle değildim. Neydi şimdi bu sonu gelmez savaşım?Bunca hatayı nasıl sığdırdım hayatıma?Hem nefret ediyordu kendinden hem de geçemiyordu Can’ından. Sızlanmak, şimdi açık pencereden içeri giren yağmur tanelerinden şikayet etmek kadar abesti. Gökyüzünde gördüğü devasa bulut yığınları haber vermişti bu gecenin sert geçeceğini ama anlamamıştı; sadece gökyüzüne bakıp mest oluyor, düşüncelere dalıyor, bir de “Durma göğe bakalım” diyordu içinden. Şiire tutundu, aklına Şüheda’nın edebiyat tutkunu olduğu gelince şiirine onu da ortak etti. Şiir onlara tutsak, onlar hüzne tutsak kaldı gece boyunca. Birlikte gözyaşı döktüler. Mevlana ile Şems gibi; konuşmadan, şiirle. Şüheda’nın sol yanağındaki ben ona değen her gözyaşıyla daha belirginleşiyordu sanki. Saçlarını toplamıştı sıkıca, açık bıraksa uzaklaşıp kaçacakmış gibi sımsıkı tutturmuştu. Kocaman gözlerini benimkine benzer keder kaplamıştı. Teselli etmiyor, aksine acımı paylaşmasına seviniyordum. Ev arkadaşı arada bir bize katılıyor, anlamsız neşesiyle bakışlarımızın odağı oluyordu. Bu gece kelimelerle kanayan yaralarını yine kelimelerle sarmaya çalıştılar. 


Zaman kavramı bir insan için hem en hızlı hem en yavaş halinde olur muydu hiç? Oluyordu; hem sorumlulukları için zamanı yetmiyor hem de kafasına Can ile olan konuşmasının geldiği bir dakika aylar sürüyordu onun için.