Not: Bu bir otobiyografi denemesinin denemesidir.


“Yaşamlarımızın yazarı olmakta özgürüz ama tam olarak nasıl yaşamlar “yazmak” istediğimizi bilmiyoruz.”


Barry Schwartz, Bolluk Paradoksu.


İlk otobiyografimin giriş kısmı tıpkı Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi romanının girişinde olduğu gibi harika bir betimlemeyle başlıyordu ve sinematografik bir şekilde tüm kameraları benim doğduğum yıllara götürüyordu. Daha romantik bir yaklaşımla ele aldığım doğum hikâyemi ikinci otobiyografimi yazarken hiç kullanmadım. Hatta doğumumu ve çocukluk yıllarımı resmi bir olay olmaktan çıkarıp gayet göz ardı edilebilen bir konumda tuttum. Hayatımın odak noktalarından biri olan okuma ve yazmayı ilk otobiyografide temelde tutmuşken ikinci otobiyografimde eksik yanlarımı ve kendime dair eleştirilerimi dile getirdim.


İlkokuldan lise yıllarıma kadar geçen zamanda nelerin hayatımı etkilediğini, eğitimimi, çevremi ve aileden uzak yıllarımı yeterince aktardığımı düşündüğüm için sanırım ikincide bunlara pek fazla değinmedim. Geriye dönüşlerle ve ileriye sıçrayışlarla oluşturduğum ikinci otobiyografimde kendimi geliştirmekten beni alıkoyan şeylerden stres ve acılardan ve bunların hayatımdaki yerinden söz edip çözümü üzerindeki görüşlerimden bahsettim.


İlk otobiyografimde hayatımın dönüm noktalarını oluşturan olayları, insanlarla olan münasebetimi, okumayla ilk tanışmamı aktarırken tüm bunları birbiriyle ilişki içerisinde anlattım. Sonraki hayatım üzerine bazı açımlamalar, temenniler ve olayların ilerdeki tesirleri üzerine olan görüşlerimi belirttim. Bu değerlendirmeler fazla olumluydu ve ikinci biyografimde bunun üzerine gidip daha eleştirel bir yaklaşım benimsedim:


“Sanırım depresifliğime bağlı olarak geliştirdiğim süreklilik arz eden yoğun bohem dönemlerim dışında sevgiye olan yabancılığım da beni insanlara karşı hep çaresiz bıraktı. Hayat çok iyi giderken eskinin çukuruna, travmalarımın bataklığına takıldım durdum. O anlarda hep bir çıkış yolu aradım. Genelde kendime döndüm sonraları bu kendime dönüşü çok abarttım ve kimseye ihtiyacım olmadığımı düşünüp narsist tavırlar takındım. Bu, beni onmaz acılarımdan koruyan bir konfor alanıydı. İnsanların sevgisizlikten ve travmalardan kaçıp kendine saklandığı, çünkü acının en çok da insandan doğduğu gerçeğini bilmesi yalnızlığı sevmeyi bir zorunluluk hâline getiriyordu.”


Bir Nuri Bilge Ceylan filmi olmasa da onun senaryosunu anımsatan taşra betimlemelerim, bozkırı yer yer alaşağı edişimle sonlandı. Bu cümlelerim sonraki otobiyografimde sıkça bahsettiğim bozkırlı olmaktan keyif duymadığım, hayıflandığım ve kişiliğimi etkileyen sonuçlanmaları içeriyordu.


Yoğun bir şekilde yazma serüvenim üstünde durduğum ilk biyografimde bunun üzerine tartışılması gerekiyormuş da o anı beklemişim gibi birbiri ardına sıralanan paragraflarla yazma deneyimimi açıklamışım. Kendimi tanımlarken sorduğum sorular ben buyum diyememenin verdiği çekingen yanıtlarla birlikte kararsızlığımı gözler önüne sermiş.


İlk otobiyografimde pandeminin kişiliğimin dönüşümünde ne denli etki ettiğinden bahsettim. Hayatımı keskin bir bıçak gibi kesen bir şey olarak tanımladım pandemiyi. Sona gelişimle başı yakalayışım arasında saçlarımı uzatışım, bazı şeylerin peşini bırakmak isteyişim ve eskiyi iteleyişim üzerinde durdum. Yeterince içime döndüğümü hissettiğim için fazlasıyla dışarı döneceğim bir yılın bana doğru geldiğini fark etmemiştim o günlerde. Zorla tutulduğum o ferahlama alanından artık yeter deyip çıkmak sosyal bir açlığı da beraberinde getirmişti çünkü. O zamanki ben bile buna inanamazdı ama şimdi her şey olağan geliyor. Hayat tüm bu geçirgenlikleri, parçalıkları olup bitmeleriyle devam ediyor. Onu tanımlamayı bıraktığımı söylemiştim. O kadar çok zaman harcadım ki bunun üzerine, ateşkes bile imzaladım onunla.


Tıpkı burada olduğu gibi ilk otobiyografimde de hayatımın şu ana kadar geçirdiğim anlarının genel değerlendirmesini yaptım. Her şeyi kabul ettim, hayat çünkü her zaman acı sunmamıştı bana. Eckhart Tolle, “İnsana asıl acı çektiren şey kendi düşünceleridir.” dediğinde her duygunun insanın kendi çabalarıyla oluştuğundan bahsediyordu. Her şeye rağmen mutlu olabilmeyi biliyordum. Duygularımı bastırmadan onları her anıyla yaşayacağım günleri merakla bekliyorum.


Travmalarımdan bahsetmeyi, onları bu kadar gün yüzüne çıkarmayı neden sürekli yapıyorum bilmiyorum. Bunun da postmodern bir açıklaması olduğunu düşünürken Kemal Sayar’ın geçenlerde tam da bununla ilgili bir yazısına denk geldim. Orada bu geri çağırmalarla ilgili şunları diyordu:


“Günümüz insanı, geçmişte kolaylıkla geçiştirilip üzerinde durulmayacak hadiseleri ‘travma oluşturucu’ olarak görebiliyor.”


Ben de günümüz insanı olarak bu yadsınamazlığı ikinci otobiyografimde açıkladım:


“Bir zamanlar kafamın içi bulunmayı bekleyen bir gezegen gibiydi. Gerçekler tarafından istila edilmeden önce medeniyetlerin imreneceği derecede hayalperest bir rengârenkliğin yörüngesinde süzülüp dururdu. Dıştan gelen meteorik gerçeklere dayanacak kadar güçlü bir atmosfere sahip olmadığını içimdeki dinozorların tükenişini izlediğim sıralarda fark ettim. Bir süre sonra atmosfer yok oldu. İçimdeki canlıların birer birer soylarının tükenişini izledim. Ufak bir esintinin bile çürümüş tüm çiçekleri canlandırabildiği dünyamda artık her şey kasvetli bir grinin esirindeydi. O gün dünyamı belirli bir süreliğine de olsa terk etmek ve gerçeklik denilen bu uzayı keşfetmek için sahtelikten oluşmuş uzay gemime bindim ve uzun bir süre araştırma yaptım. Her şey karmaşıklıklardan, kaostan ve belirli kurallardan oluşuyordu. Kuralları öğrenmeden yapacak hiçbir şey yoktu ve yapacak çok şey vardı.”


İmgelerle daha çok uğraştığım ve en sonunda kendimle hesaplaşıp kabul ettiğim bir noktaya evrildi:


“Önceden başarıyı arzulardım ne olursa olsun. Ama alışmak ve hantallaşmak benim en büyük cezam oldu. Bu da kendimi eksik hissediyormuş gibi davranıp nerde tamamlanacaksam onu sürekli arayış maceramdan doğdu. Hâlbuki ben tek başına, başlı başına tamamdım.”


Bazı ufak esintiler, parodiler ve oyunlarla kendimi postmodern bir yazar olarak tanımlamak isteyişimden olsa gerek kalemim, mizahi olanla hakiki olanın merceğini hep bulanıklaştırdı. Eğer dünyaya gelmek saldırıya uğramak demekse hayat, savaştan ibaret demekti. Kahramanın sonsuz yolculuğu içinde, kendime sürekli dönüşlerim bana savaşlarımın neden şövalye romansları gibi olduğunu ve niçin ağır zırhlar takındığımı açıklıyor sanırım:


“Şimdi bu hâlimle evet hiçbir şeyin beni tamamlamasını istemiyorum. O kadar taştım ki ne büyük savaşların içinde kendimi zırhlı, ağır bir süvari hâlindeyken görmek ne de aynı savaşta kargılanmak istiyorum. Savaş bitti. Çanlar, artık toplanıp köyüne tekrar dönmesi istenen köylüler, savaş gazileri ve kendine dönenler için çalıyor.”


İnsanlıkla tartışıp kendi hayatım hakkında sert eleştiriler getirdikten sonra bazı patavatsızlıklarımı görmezden gelmeleri için hayata renksizce bakanlara yönelik eleştirilerde de bulundum:


“Sayın şairler lütfen büyülü şiirleriniz ve sayın müzisyenler zehirli şarkılarınızı, zaten hassas bünyeme enjekte etmeyiniz. Yeterince kan ağlayıp zakkum kustuğu zamanları yeni yeni atlatan bir kalbin, yeni yetme bir kalpsizliği tasarladığını ve kendini doyasıya sevdiğini unutmayınız.”


Okura nasıl seslendiysem kendime de öyle seslendim. Tüm bu karmaşıklığın içerisinde her şeyin düzeleceğine olan yıkılmaz inancımla ve tükenmeyen olumluluğumla işte tam buradaydım her şeyin olduğu yerde; şimdide, anda ve sende sevgili okur:


“En büyük engelim kendimle olan savaşım ya reddetmek ya susmak isteyişim. Hiç anlamak istemeyişim. Seni şimdi o denli anlıyorum ki canım kendim. Her şey artık sana huzurlu günleri çağrıştırıyor, gözlerinin kıvrımından bile anlıyorum bunu.”