Hayat, dünyaya gelmeden anne karnında başlıyor belki ama yaşayan bunun ayırdına ciğerlerini yakan o ilk acı solukla varıyor. Dünya ile ilk selamlaşmamız onun üstünlüğü ile başlıyor. Yaşam, düşünüyorum o halde varım demek ise hayatta kalmak; bugün de karnımız doydu demek gibidir.


Sokrates "Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez." derken ne anlatıyordu bize ya da ne anlatmak istiyordu? Peki sorgu ne idi, hayat ne idi, ne idi uğruna değen yaşam? İnanç akla gelen ilk anlamlandırma sanatı, yolu belki de temel yöntemi. İnanç size hem yaşama amacı hem yaşatma amacı sunar. İnanmakla su berraklaşır ama bulunduğunuz suyun doğru su olup olmadığını ancak akılla bilebilirsiniz.


Yaratıcının varlığı, yarattıklarının onun için onun adına anlattıkları ile sınırlanır. Akıl, bu sınırların aşımında yardımcı olur insana. Varoluş bir anlama dayanmıyorsa eğer var olmak anlamsızlaşır ve varlık yok olmaya mahkum olur ve sadece yok olur.


Anlam her defasında yaşamda da olmayabilir, nitekim semavi dinlerde öte dünya inancı; anlamın aslının kavranması için asıl ve nihai amaçtır, gayedir. Öte taraftan Hint dinlerinde reenkarne olma inanışı, yaşamda olunan her devrin bir ayak bağı olduğu düşüncesindedir. Asıl amaç bu çarkın dışına çıkmak, nirvanaya erişmektir. Anlam son ile başlar. Kimi zaman insanlar veya fikirler yaşamını sonlandırarak veya yaşamı birilerince sonlandırılarak varlığını ispat etmeye çalışmışlardır. Sokrates, Peregrinos, Jules Lequier ve daha niceleri…


Amacını gerçekleştirmek için verecekleri son nefesi temele alan kimseler; kimi zaman anlaşılmak için, kimi zaman anlaşılmamak için, kimi zaman bir başkaldırı, kimi zaman hüzün dolu bir kabulleniş ile yaşamlarını sonlandırırlar. Yaşanılmaya değer ise neden sonlanması için gayret gösteririz? Yok eğer sonlanması gerekiyorsa neden hayatta kalmaya gayret ederiz? Yaşamak akıl işi midir? Akıl edilmeden/edinmeden tam anlamıyla yaşanılamaz mı?


Kendisi ile başı beladan kurtulmayan Dostoyevski; intiharı Kirilov ile ele alır, uzun bir süre uğraşır, eskitir. Durkheim intiharın daha çok sosyolojik bir mefhum olduğu kanaatindedir. Camus, Sisifos Söyleni'nde 'Uyumsuz' dan bahseder, hatta onun üzerine kurar çatısını. Onun uyumsuzu, uyum kabul edilen şeylerin uyulmaya değer olmadığını, bahsi diğer uyumun yadsınmasının akla ve fikre daha yatkın olduğunu söyler. Hayat birtakım kılıflar sunmakta ve bunlara 'uyum' demektedir bize. Günden güne çalınan daha büyük minarelere kılıf uydurma çabasını bu 'uyum' içerisinde olan geniş kitleler mümkün kılmakta değil de nedir?


Yaşama amacını tayin edemeyen insan işte bu kılıfın erittiği kumaşın dokusundaki neredeyse gözle görülmeyecek boyuttaki bir iplik düğümcüğü olmayı kabullenmiş demektir. Bu kabulün nelere mal olacağını idrak etmediklerinin en büyük göstergesi, yaptıklarına gerekçe olarak "Herkes"i tanık gösterenlerdir.


İntihar eden veya girişimde bulunan birçok tanındık isim ya da bu vesile ile tanınan birçok isim bulunmaktadır. Jack London, Stefan Zweig, Virginia Woolf, Ernest Hemingway, Seneca gibi dünyaca tanındık olanlar ile bize daha yakın olan; Beşir Fuad, Ziya Gökalp, Nilgün Marmara, Tezer Özlü gibi. "İntihar geride kalanlara ağır bir suçlamadır. İnsanların buna değmediğini, o tıynette olmadıklarını görünce vazgeçiyorsun." demişti, şair. Peki İnsan yaşarken yapamaz mı o suçalamayı, yaşarken döndüremez mi insanları yanlışlarından? Daha da önemlisi yaşarken dönemez mi yanlışından?

Yaşamak; hak edilen, hayatta kalmak ise mecbur olunandır. Söyle bakalım, yaşıyor musun, yoksa hayatta mısın?