Boş bir yoğurt kabında soyduğum mandalina kabukları. koklamak istedim hangisi daha baskın diye.
yolum düz uzanmıyor. yürüyorum. koşmayı, beraberinde gelen kırk yıllık sigara tiryakisi gibi hırıltılı nefes alış verişlerimi, boğazımdaki ağrıyı hiç mi hiç sevmiyorum. sabahları gitmesem kendimi biraz daha işlevsiz hissedeceğim buna karşın bayılarak gitmediğim işime yetişirken koşmayı daha da sevmiyorum. kapıya ulaşmak için omzuma, sırtıma çarpıp tepki vermeyen insanlara öfkeleniyorum. kitap okumak için oturduğum bir yerde sesli konuşup kahkaha atan insanlardan, konuşmak istemediğim tüm varlığımla apaçık ortadayken, benden bir şey isteyen insanlardan, yolumda bu kadar engebe varken, buna rağmen epey yol kat etmişken, aptal bir taşa takılıp düşmekten, tekrar kalkmanın her seferinde kolaylaşmamasından, daha fiyakalı görünmek için takılan pahalı ya da ucuz fark etmeksizin bütün maskelerden etimle kemiğimle nefret ediyorum.
birilerinden, yaşamında eşine, çocuğuna itina ile vakit ayırmayıp, bir hastane odasında onları özlediğini duymak midemi bulandırıyor. olduğu kişi ile sevilebilecek, öfke duyulabilecek ya da nefret edilebilecek biri iken sözde hissettiği özlem ile çoğu zaman karşıdaki kişinin duyguları mecburi bir şefkat ve affedicilik ile sarmalanıverir.
suçlu olmadığı halde dilenen özürler her şeyi sırtlamaya pek de hevesli olmayan omuzlarımı sıfıra çekiyor. hiçbir şey kalmıyor elimde.
eylemde bulunmadığı halde düşüncesinin bile derin bir yas, suçluluk hissettirdiği hayali ihtimaller nedeniyle, sorgulayan tarafı ile her şeyi kabul etmeye dünden razı olan yanı; insanın kendi eliyle kapı dışarı edip kabul etmediği benliği için üzüntü duyuyorum.
.
.
.
gün bitimini fısıldayan yemek arabasının tıngırdayan sesi geldi. işte gün bitti. şimdi ise bir başkası kahvaltı alarmını çalana dek bugün birileri için devam edecek.