İstiklal Caddesiʼnde, mutlu ve kahkahalı kalabalığın arasından üç arkadaş, omuzları aynı hizada, insanların arasından yorgunluğun vermiş olduğu güçsüzlükle geçiyorlardı. Ramazan başta olmak üzere diğer iki arkadaşı ellerini ceplerinden bir an olsun çıkarmıyor, paralarını caddenin yerlisi olmuş gaspçılara çaldırmaktan korkuyorlardı. Biliyorlardı; eğer bir kuruş eksik verilirse Baba Rahmi’ye, ağzından getirir burnundan çıkarırdı. Su içirmez, açlıktan ölene kadar yiyecek bir şey, ekmek vermezdi. Bazen yaptığı gibi havluyu ıslatır, merhametsizce incecik cılız bacaklara karşısındaki insanmış, çocukmuş aldırmadan ne gücü varsa şaplatırdı. Ağlamak, yalvarmak nafile! Bir de üstüne insanın çenesini yerinden oynattığı bu soğukta, olur da ateşin yanındaki odada uyutmazsa vay hallerine! 


Ramazan kafasındaki kahverengi şapkasını düzeltti. Sümüğünü üç kere üst üste içine çekti. Sola doğru hafif kaymış burnunu, kirden rengi kararmış kazağına sildi. Gözlerini ilk Hasan’a değdirdi. Arkadaşının yüzü o kadar güzeldi ki hep böyle uzun uzun bakardı. Sıkılmadan, kıskanmadan izlerdi onu. Dalgındı. Yanından kahkaha atarak geçenler yokmuş gibi önüne bakıyordu. Sonra Orhan’a baktı. Üşüdüğünden midir, yoksa bozuk paraların çıkardığı sesten korktuğu için midir bilinmez, onun da elleri ceplerindeydi. Kalın kaşlarını çatmış, karşısında ona bu hayatı yaşatmış biri varmış gibiydi. Sivri çenesi dişleriyle kavga eder gibi birbirine vurduğunda anladı: Üşüyordu. 


Üçü de uzun zamandır Baba Rahmi’ye çalışıyordu. Yazın susayıp içemedikleri soğuk suyu, kışın da burunları çeşme gibi aktığı halde kullanamadıkları peçeteleri, iğne atsan düşmeyecek yerde; İstiklal Caddesiʼnde satarlardı. Çok sık olmasa da özel günlerde bazen gül sattıkları da olurdu. Sevgili gibi gözüken herkese burunlarından akan sümük gibi yapışır, ellerindeki güller bitene kadar çalışırlardı. Günü açlık ve yorgunluğun getirdiği halsizlikle terk edilmiş, yıkılmamak için adeta savaş veren metruk binaya güç bela girer, kazandıkları ne varsa bahşişler dahil Baba Rahmi’nin önüne serpiştirirlerdi.


Bu üç arkadaş, yan yana sanki askeri bir törendeymiş gibi adımlarını aynı anda atıyorlardı. Orhan biraz daha üşüdüğünü hissettiği sırada Hasan, aldığı kokudan gözleri açılmış, burun delikleri büyümüştü. 


Of be... Şu kebabın kokusu da bir başka Allahʼıma! Ramazan be... Hiç yedin mi böyle güzel pişmişinden? Hani yanında şöyle güzel bir meze... Nasıl desem? Yanında da bir cigara? He?”


Ağzı sulanmıştı Ramazan’ın. İçinden “Ulan ne vardı şimdi kebaptan bahsedecek!” diye düşündü. Geçer miydi şimdi boğazdan bayat ekmekle, peynir? 


Bir kere yedim şu köşedeki Urfalıʼda,” diye başladı heyecanla anlatmaya. “Her gün geçiyorum, bakıyorum; herkes iştahla götürüyor etleri. Dayanamadım. Ertesi gün biriktirdim üç beş bir şey. Yeminle ne sabah ne öğlen bir şey yedim. İşin sonunda kebap vardı be! İşler miydi açlık? Akşam oldu oturdum köşeye. Bir yedim ki sorma! Bak yine aklıma geldi de ağzım sulandı.”


Orhan’ın kulağı arkadaşlarındaydı. Bir an önce sobalı odaya girmek, battaniyesine kıvranıp yatmak için can atıyordu. Onlar yemek, kendisi ateş istiyordu. 


“Üşüyorum be görmüyor musunuz! Lak lak edip durmayın da hemen gidip ısınalım.  Sonra da ne varsa yeriz işte. Yok kebapmış, mezeymiş...”


Arkadaşlarıyla arasını açmış, beresini de iyicene kafasına geçirmişti. Uçları tel tel kopmuş kar eldivenini de kokan ağzıyla ısıtarak üflüyordu.


Çiçek Pasajıʼnı geçip kalabalığın arasından Solakzade Sokağıʼna gireceklerdi ki Ramazan durdu. İki arkadaşı da ani bir hareketle geri döndüler. Ramazan’ı iyi tanıyan arkadaşları onun aklından yine bir şeylerin geçtiğini anlamışlardı. Kahverengi, kirli şapkasını eline aldı. Arkadaşlarına şeytanca baktı. 


“Hani diyorum ki; çaktırmadan gömsek mi birer dürüm? Aldığımız bahşişlerden güzel bir yemek çıkar buradan.” dedi, ellerindeki bozukların arasına sıkışmış kağıt paraları göstererek.


Arkadaşlarının yüzüne heyecanla bakıyordu Ramazan. Bunları söyler söylemez Hasan, uzunca bir ‘Allah’ çekti. Gözleri büyüdü. Gelip geçenlere, mikrop görmüş gibi bakanlara aldırmadı. Güldü. Yüzü biraz daha güzelleşti. Mutluluk ne çok yakışıyordu ona! Orhan’a baktığında ise kalın kaşlarının biraz daha sertleştiğini gördü. Bu sertlik Ramazan’a kızdığından değil, Rahmi’den köpek gibi korktuğundandı.


Ya anlarsa yediğimizi? Bizim gibi onlarca adamı var sokaklarda, caddede hatta her köşebaşında. Gören olur da öterse Rahmi’ye, bu kışın ortasında donup kalırız yeminle.”


Ramazan manidar bir şekilde güldü. Bu gülüş onu yetişkinlerden daha olgun göstermişti. Orhan’a yaklaştı.


Ulan kaldığımız yere ev desen değil, fare basar; soğuk, buz gibi yerde yatarız. Yediğimize yemek desen değil; küflenmiş, tarihi geçmiş; bakkaldan beleşe kopardıklarını yedirir. Yaşadığımıza hayat desen, hayatın uzağından geçmez. Bak Hasan’ın da canı çekmiş, gömelim birer tane be! Oldu mu?”


Bir koluna Ramazan, diğer koluna da Hasan girmişti. İkna olmuştu. Korkuyordu ama iyi konuşurdu Ramazan. İkna etmesini, arkadaşlarının zaaflarını iyi bilirdi. Karnı da fena halde acıkmıştı. 

Ellerini cebinden çıkartıp güzelce ovuşturdu. Çatık kaşları yumuşadı. Birikmiş karları ezerek yürümeye başladılar. 


Yaşları on dördü geçmeyen üç arkadaş üstü başı kir, karınları aç bir şekilde dürümcüye girerken arkalarında sinsilikle takipte olan ev arkadaşı, Rahmi’nin sağ kolu, Çolak Fatih’i fark etmemişlerdi. Kader arkadaşlarının hiçbirine acımayan Çolak; işini yapmayan veya yarım yapan herkesi Rahmi’ye hiç tereddüt etmeden ispiyonlardı. Bu sayede karnı tok, yatağı hep sıcak olurdu. Şeytanca gülüşünü çirkin suratında gezdirip dururken elindeki bozuk parayı Solakzade Sokağıʼnı bitirene dek havaya fırlatıp diğer eliyle de bir çırpıda yakalıyordu. Keyfi bir hayli yerindeydi. Birazdan Beyoğluʼnun evsiz çocuklarına sahip olan Baba Rahmi’nin yanına çıkacak; her şeyi üstüne beş katarak, nefretle anlatacaktı. Huyu böyleydi Çolak’ın. Karşısında kardeşi olsa yine acımaz, babası gibi gördüğü Rahmi’ye bülbül gibi öterdi. Övgüleri alır, sobalı odanın en güzel köşesini vicdanı cız etmeden kapardı. Yastığa başını kor komaz, ispiyonladığı arkadaşlarına ne olduğunu düşünmeden uykusuna hızlıca dalar, izmarit izleriyle dolu yatağında mışıl mışıl uyurdu. 


Kaldıkları, Ermenilerce terk edilmiş binanın kapı arasından sırıtarak içeri girdi. Tozlu merdivenlerden dans eder gibi çıktı. Gururluydu. Etrafına bakındı. Baba Rahmi, geniş kanepesine oturmuş, asıl hayatlarında okul okuması, arkadaşlarıyla oyunlar oynaması gereken çocuklardan kazandıklarını alıyordu. Eksik getirdiğini düşünüp hasılatı az gördüğüne, çocukların yüzü kadar olan eliyle pembe, buz gibi yanaklarına vuruyor; onları soğuk odada yatırıp yiyecek bir şey vermemekle tehdit ediyordu. Çolak, babası gibi gördüğü adama yaklaştı. İki eliyle onun sol kulağını kapatarak bir şeyler anlatmaya başladı. Dayak yemeyi bekleyenler Rahmi’nin yüzündeki öfkenin arttığını gördü. Korkup titremeye başlamışlardı. Rahmi, Çolak’ın yanaklarını okşadı. Kendi zulasından ona taze ekmek, kaşar ve salam verdi. Dayak yemeyi bekleyen kader arkadaşları ise acıkmış olan karınları yüzünden ağzı sulanırken, Baba Rahmi’nin tokatlarıyla kendinden geçmiş, ağızlarından kan akana kadar dayaklarını en şiddetli şekilde yemişlerdi.


Çolak kendince doğru olanı yapmıştı. Onun doğrusu; bu kirli dünyada herkes kadar kirli olabilmekti. Pis kalabilmekti. Günün sonunda karnını doyurup sıcak bir yatakta yatabilmekti. Suç onun değil, onu bu hayata itenlerindi. Yüz çevirenlerindi. Sahip çıkmayan devletin, asla tanıyamadığı ailesinin, yanından geçip onu bir türlü görmeyenlerindi.



Devam edecek...