Aklımdaki fikirleri kalbimle yazmaya çalıştığım günlerdi. Elim yeni yeni kalem tutuyordu. Çalışma odamda saatlerce düşünüyordum. Hafif hafif yazmaya da başlamıştım. Günlerim aklımdaki uzun öyküyü tamamlamakla geçiyordu.


Tavizsiz bir tavır takınıyordum. Bütün işlerimi yazacaklarıma göre ayarlamıştım. Sağlığım dışında hiçbir şeye öncelik vermiyordum. Hastaneye gidiyordum ve bütün gece yorgunluğuma aldırmadan edebiyatla hemhal oluyordum.


Çok çalışmaktan bitap düşmüyordum. Ancak zihnimin yorgunluğu her an yansıyordu üzerime. Öykü karakterleri, sürdürücü özellikleri, akış, olay örgüsü ve daha onlarca teknik kısım zihnimi iğdiş iğdiş etmişti. 


Çareyi yorgunluklarımı atmakta bulmuştum. Öykü tasarımına ara verdiğim günlerdi. Zihnimden yazılmış taslakları da çıkarmaya çalıştım. Yaşama dönmeliydim. Önceliğimin edebiyat olmadığı zamanlardaki gibi yaşamalıydım. 


Yazmak kolay değildi. İnsanın ruhuna çöken yorgunluk bir yerden elbet patlak verirdi. Benim de korkularım vardı. Zaten hastalıklarla cebelleşiyordum. Zihni olarak bedenime yüklenmenin fayda getirmeyeceğine kanaat getirdim. 


Bütün bu süreç bir gün dahi yazmama engel olmadı. Ama öyle ama böyle öykümü 6 ay gibi bir sürede tamamladım. Dosyam hazırdı. Sırada yayınlatmak için yayınevlerinin kapılarını arşınlamam gerecekti. En zor sürece kendimi hazır hissediyordum. Yazdıklarımın güzel olduğuna inancım tamdı. İnanmasam her gece kendimi hayattan soyutlayacak kadar emek vermezdim. Yaşamla edebiyat arasında tercih yapma zorunluluğu hissetmezdim. 


Yayınevlerinin mail adreslerine dosyamı gönderdim. 3 ay, 6 ay, 1 sene bekleme süreleri vardı. Bekledim. Birden çok yayınevine göndermem etik değildi. Ancak reddedilmek istemiyordum. İşimi şansa bırakamazdım. Kendimce yazdıklarımı sigortalıyordum. Bir nevi direniş yöntemiydi bu. Yayınevlerine, sisteme ve edebiyata karşı...


Kendimce direniş sergilediğim zamanların stresi yazma sürecinden daha zor olmuştu. Her gün umutla mail kutumu açıyor ve gelen en ufak mesajı dahi okuyordum. Alakasız onlarca reklam içerikli mailleri adeta ezberlemiştim. Gün geçtikçe streslendim. Ha döndü ha dönecekler diye umutla düşlerimi, inancımı korudum.


Çoğu yayınevi yanıt vermeye dahi tenezzül etmedi. İçlerinden biri yedinci ayın sonunda "Merhabalar Yağız Bey" cümlesiyle başlayan bir mail atmıştı. Benimle görüşmek istiyorlardı. Öyküm yayın çizgilerine uymuştu. Kitabım basılacakmış gibi sevindim. 


Buluşma gününü beklemeye başladım. Yayınevinin edebiyat merkezi Ankara'daydı. İstanbul'dan trenle yolculuk edecektim. Yolda olmak yolu kısaltmaktan her zaman iyidir. Yorgunluklar zamanı geldiğinde elbet geçer. Rutin ya da yazarlık yaşamım bunları öğretmiştir.


Trende uzun uzun düşündüm. Hayaller kuruyordum. Ünlü bir yazar olacaktım. Fikirlerimi anlatabilecektim. Konferanslarda gençlere, entelektüel gelişim göstermek isteyen insanlara yön çizecektim. Toplumun gelişiminde yazar olarak katkılarım olacaktı. İçim içime sığmıyordu...


Bütün hayallerimi ufacık bir öykünün yaratacağı atom çekirdeği etkisine bağlamıştım. 


Ankara'ya geldiğimde gece güne dönüyordu. Kış mevsiminin keskin bir ayazı karşılamıştı beni. Tren garının yalnızlığından daha çok ilgileniyordum soğukla. Öylesine kemiklerime işlemişti. Çaresiz, bilabedel, bir başıma umutlarımla birlikte taksiye bindim.


Yayınevinin kapısına geldiğimde gözümden bir damla mutluluk yaşı düştü. Henüz açılmamıştı. Karşısındaki sabahçı kahvesine oturdum. Geceden kalma bir bardak çay içtim. İlk ışıklar açılır açılmaz büroya gittim. Saat 9'du, yaşım 19'du. 


Hacer isimli editör olduğunu söyleyen 40'lı yaşlarda bir hanımefendi karşıladı beni. Öykü dosyamı kendisinin okuduğunu aktardı. Belirli değişiklikler talep etti. Çoğu makul isteklerdi bunların. Reddetmeyi gerektirecek bir durum söz konusu değildi. Kabul ettim. Düzeltmeler için iki haftalık zaman zarfı talep ettim. Memnuniyetle karşıladı. Ancak bir konu daha vardı. 


Hacer hanım kitabımı basmak için belli bir miktar ücret ödemem gerektiğini söyledi. Şaşırmıştım. Nasıl olurdu? Ben dosya gönderimlerimi ücret ödememek için sağlamıştım. 19 yaşında üniversite sınavına hazırlanan bir genç, üstelik sağlık sorunları olan bir delikanlı hangi kazançla kitabının finansmanını sağlayabilirdi ki?


Nazikçe kitabımı yayınlatmaktan vazgeçtiğimi söyledim. Hacer hanım şaşırmamıştı. "Siz bilirsiniz" dedi. Vedalaştık. Bir daha görüşmeyecektik. Kararlıydım. Ankara'ya adım atmak istemiyordum. Bu kapıdan gözümden düşen yaşa rağmen boş dönmek yaşadığım en hüzünlü andı. 


Tren garına Ankara'nın soğuğuna aldırış etmeden koşar adım yürüdüm. Sinirim bir türlü geçmek bilmedi. Ellerim, burnum soğuktan morarmış olmasına rağmen ferahlamadım. Adalet istiyordum. Saçma sapan bir sistemin ortasında hayallerimizin, edebiyatımızın finansa bağlanmasına tahammül edemiyordum.


İstanbul trenine bindim. İçi sıcacaktı. Sinüzitim azmıştı. Burnum akıyordu, başımda yüzümü kaplayan nemli bir ağrı vardı. Beremi çıkardım. Moraran ellerime baktım, burnumun ucunu tuttum. Hiçbiri canımı paraya bağlanmış edebiyat düzeni kadar acıtmadı. 


19 yaşında hayatımın dersini almıştım. Eskisi gibi değildim artık. 2 saat içinde değişmiştim. Duygularım, düşüncelerim fırtınanın ortasında alabora olmuş bir tekne misali okyanuslarla tanışmıştı. Edebiyat değil ama yayınevleri büyütmüştü beni. 


Yazmak parayla ölçülebilen bir değer olmamalıydı.