Uykusuz yaz gecelerinin, beni balkonda sabahlattığı günlerinin anısına gelişti cümlelerim.


Aşıktım, sarhoştum, hastaydım. İnsanoğlunun içinde bulunabileceği en ağır hallerden biriydi. Balkonumun soğuk mermerine kafamı yaslayıp güneşin doğarken gözlerimi kavurmasını beklerdim.


Adımlarının sesleriyle kendime gelmemi sağlayan, hayatın hızına yetişmeye çalışan aile babaları geliyor aklıma. Onlardan bir farkım yok. Artık aşıkken bile özlememeyi, hatırlamamayı, alışmamayı biliyor; sarhoşken bile devrilmemenin önemini anlıyor, hastayken sapasağlam bir insan rolü yapabiliyordum. Ama artık başka bir şey vardı. Başka bir sır.


Hayatın hızına yetişmem gerektiğini bilmenin sırrı… Artık benim adımlarım başkalarını uyandıracaktı. Bu öyle bir yüktü ki insana asla anlamadan ömrü boyu omuzlarına çökecek, sırtına kambur olacaktı.


Yaz gecelerinin tadını anlamayacak ve acısını bile doğru düzgün hissedemeyecekti. Gökyüzü düz bir mavi olacak, büyüsünü yitirecekti. İnsanı insan yapan, onu duygularından alıkoyan, zevklerinden koparan, ruhuna sağırlaştıran bir sonsuz sürecin başlangıcıydı.


Bana yaz gecelerimi hatırlatmadığı için hiçbir şeyi sevmeyeceğim ve bu sayede sevginin ne olduğunu da unutacağım. Bir gün öleceğim ve hızlı adım attığım için de kendime kinleneceğim. Ve bu kin benimle birlikte gömülecek.