Sait Faik'in "Yazmasam çıldıracaktım." cümlesini abartılı ya da şımarıkça bulmuştum ilk duyduğumda. Yıllar geçti aradan, sahiciliğine ikna oldum. Meğer insan çıldırmamak için de başvurabiliyormuş yazmaya gerçekten.
Nedir burada işlevi yazmanın? İçini dökmesi insanın, bu kadar fonksiyonel mi hakikaten? Eğer olmasaydı, konuşma terapisi denen şey icat edilir miydi ya da kabul görüp devamı gelir miydi? Ne oluyor ki zihnimizdekileri başka bir yere aktarınca? Herhalde sadece aktarmak olarak kalmasıyla değil; aktardıkça başka şeylerin gün yüzüne çıkması, çıktıkça bunların üzerine gidilerek yaraların sarılabilmesi, eksiklerin tamamlanabilmesinde mesele...
Montaigne, "Denemeler"in henüz başında söylüyor: "Bunları kendim için yazdım." diye. Bu açık sözlülük tam da aradığım şeydir şahsen. Açık sözlü olunsun ki insanı anlayabilelim, ipuçlarında kaybolmak zorunda kalmayalım.
Başka ne için yazar insan peki? Bellek edinmek, yaratıcılığı artırmak, düşünceleri organize etmek...
Tarihe ilk yazılı kaydı düştüğümüzden beri harfleri bir yerlere nakşetme işini kullanıyoruz hatırlamak, hatırlatmak veya göstermek için. Kişisel yazılar veya düşüncelerin paylaşımında böyle bir rol nerede var? Anlaşılmak isteyen, sosyalliğe meyilli bir canlı olarak insanın kendini gösterme, hatırlatma ya da kendisini kendisi için hatırlama ihtiyacında belki.
Harari, yazının DNA'mızda eksik olan, diğer canlıların yanında bizi zayıf kılan özelliklerimizi tamamladığını söylüyor. Onların kalıtsal olarak kusursuz şekilde aktardığı onlarca şeyi yapamayan insan türü, dünyaya hayli eksik bir şekilde gelen yavrusunda bu eksikleri yazı vasıtasıyla, konuşmanın ardından bir başka destekleyiciyle gidermiş ona göre. DNA'dan iyi bellek olmasa ne olur ki, nasıl iş gördüğü böyle ortadayken...
Yaratıcılığımızı artırma konusunda, yazıda emin olsam da ispatlayamayacağım bir güç var. Kaydetmeye başladığınız anda daha da büyüyor zihninizdekiler, dallanıp budaklanıyor, filizleniyor en ufak ilkel tohumlar bile yeterince şans verilirse. Herhalde uzun yıllar boyu yazanlarda da bu, baharları getiren bir güce tekabül ediyordur.
Bunun sağlaması olmasa da destekleyicisi olabilecek kişisel bir alışkanlığım var: Okumayı kafamdaki düşünceleri çoğaltmak, organize etmek için de kullanmak. Başka fikirlerle etkileşime girmek, o fikirlerle çatışmak, uzlaşmak ya da bunları denemek bile yeni kıvılcımlar üretir zihnimde. Sanırım tek tecrübe eden ben değilimdir. İnsan beyni bir şekilde asıl düşüncelere, başlangıçta derdimiz olan meselelere olayı bağlıyor, gerisini hallediveriyor zaten.
Yazma, kendisinden yaşça büyük kardeşinden; "söz"den belli yerlerde büyük denebilecek ölçülerde ayrıldı zamanla. Batı ve Doğu toplumlarının arasındaki en temel farklara klasik olarak örnek verilen yazılı/sözlü kültür ayrımı neden bu kadar keskinleşti? Neden daha az yazan, haliyle daha az okuyan Doğu toplumları oldu? Murathan Mungan bir röportajında "nakış toplumu" diye ifade etmişti bizi. Tamamen katılmakla birlikte, nakşedilmeye daha müsait olan, yazı değil miydi? İşin içine girip oyunu bozanlar yaratıcılık, fikirleri organize etme gibi parametreler sanırım. Üstelik sözlü kültürün gelişmiş olması, konuşma kültürünün yerleşmiş olmasını da göstermiyor ne yazık ki, sade bir 'önceden geleni söyleyerek sonrakilere aktarma' işi...