İnsan kendini ne zaman bulur, ne zaman kaybeder? Kaç defa yaşanabilir bu döngü? Puslu kentlere uzaktan bakınca; üstelik göz gözü görmeyen dumanların ortasından, bir evin salonundan söz gelimi. Yoksa yaşam, gerçekten tekrarların tekrarından mı oluşuyor?


Kabulleniş! Hep böyle zamanlarda çıkar gelir. Gürültü patırtı yapmadan, elleri başının üzerinde. Teslim olur gibi ama teslim olmadan. Tutsan yakalayacaksındır ilk bakışta ama kılını kıpırdatamazsın. Kimse yanaşmayı tercih etmez, kendini silmektir bir yerde onu alıp üzerine geçirmek. Bir savaşta gibidir bazen, karar verilmiştir ve geri dönüş pek mümkün değildir. Kabullenişin azı gerçekçi yapar insanı, hesabını kitabını iyi bilir o zaman. Fazlası yerlere düşürür; siler süpürür.


Uğultular... Kesilmek bilmeyen, insanın beynini tırmalayan, geceleri uykular bölen, gündüzleri düşüncenin özgür olup salınmasına müsaade etmeyen bir bent çekiyor kabullenişin uğultuları. Kesilmeye yüz tutmaya hevesli olmayan bu uğultular, sert bir kış günündeki rüzgarları andıran sertliğiyle devam edip gidecek. Her şeyin bedeli gibi kabullenişin bedeli de bu belki de.


İnsanın kendine kendine eziyetidir yaşam çoğu kez. Etraftan gelen telkinler, gerçeklik çoğu kez değiştiremez bu gerçeği. İnsanın içinde susmak bilmeyen o yargıç, çoğu kez haklı çıkmasa da kabul edilir olanı ilan eder ve insan onu kabul eder.


Planlanmış belirsizlikler, kırılmış hevesler, kısa fakat derinlikli bir cümlenin bıraktığı tamamlanmamışlık hissi, her şeyin tüketildiğinin ortada olduğu yaşananlar... Tüm bunların sonucunda yaşanan kimsesizlik hissi. Gelip oturdu mu karşına, tek kelime edemiyor insan ya da 'kelimeler bazı anlamlara gelmiyor.'


Yeniden kabullenişin, uğultuların, planlanan belirsizliklerin, tamamlanmamışlığın ahenkli dansını izlerken yalnızlıktan dem vurup iki kişilik bir yalnızlığa çıkıyor insan. Çizgiler anlamsızlaşıyor, sınırlar buğulanıyor, alışkanlıklar taşlaşıyor, ahenkli dansın içinde, arayışın büyüsüyle salınıp gidiyor insan. Yeni bir yalnızlığa varmak için...