Güneşsiz bir gün. Uykumu yeterince alamadığımı ağrıyan başım ve açamadığım göz kapaklarımdan anlamam gecikmedi. Uyumak istiyordum. Kalkınca yapacağım işler ve seçemediğim tüm sorumluluklar uykumun asıl sebebi. Saat yediyi çeyrek geçiyordu. Üstüne bir çeyrek saat daha eklenmeden terastaki Cimbali'nin düğmesine basmalıydım. Yaklaşık on dakika sonra terastaydım. Yirmi dört masa ve sandalyeleri, üç buzdolabı, iki derin dondurucu, iki kahve makinesi... Ve birazdan uyandıkları takdirde, zaten gereğinden fazla eşyayla dolu olan terasa turistler eşlik edecek. Kendime yaptığım espressoyu daha mideme taşımadan, terasın büyük kemerli kapısından altı kişilik Arap bir aile, her biri ayrı ağızlardan farklı tonlarla, "Good Morning" dedi.


Arap bir aileyle güne başlamak, kahveden daha fazla uyku açıyor. Teras yavaş yavaş dolduğu için sabahın serinliği, kahvaltısını yaparken çok fazla konuşan turistlerin nefeslerinin sıcaklığıyla yer değişiyor. Ama ben mümkün olduğunca az hatta bazen hiç konuşmuyordum. Fırsat buldukça yaktığım her sigara, boşalan masaların yerini kahvaltı yapmak için tekrar dolduran turist akını sayesinde, muhtemelen ilk iki nefesten sonra, önce musluk altında akan suya akabinde ise çöpe gidiyordu. Hemen hemen her günümün sabahı buydu. Hafta içi dört, hafta sonu ise altı saat çalışıyordum. İzin günüm yok, kalmam için müsaade ettikleri bir odam vardı. Kahvaltı saati sona erince kahve makinesini temizleyip odama indim ve iş kıyafetlerimi gündelik kıyafetlerimle değiştirdim. Yatağımın sol tarafında duran komodinin üzerindeki henüz açılmamış Al Capone paketini gömlek cebime yerleştirdim. Biraz sonra çok sevdiğim ve aynı zamanda tek arkadaşım olan Uras'ın yanına gidecektim. Uras yirmi beş yaşındaydı. Simsiyah saçları, seyrek sakalları, çok sevdiği bir kız arkadaşı, bir evi ve çokça parası vardı. Tam on sene önce tanışmıştık. O zamanlar İzmir'deydik. İstanbul'a olan yolculuğumuz ise birbirinden farklı sebepler doğrultusunda gerçekleşmişti.


"İzmir Karşıyaka'da doğmuş ve küçük bir evde büyümüştüm. Hayatımda babamın hiç olmayışının verdiği eksiklik ve hüznün dışında hiç mutsuz olmamıştım. On dört yaşıma kadar annemle rüya gibi bir hayat yaşadım. Annem bir restoranda ev yemekleri yapıyordu. Çok becerikli ve dakik olduğundan gayet iyi para kazanıyordu. Cumartesi günleri tatildi. Şehri bisikletlerimizle gezer, sinemaya gider ve günün sonunda mutlaka bir kitapçıya uğrar kitap alırdık. Cumartesi günleri yaptığımız şaşmaz aktivitelerimize ara vermek zorunda kalmıştık çünkü annem kısa bir zaman içerisinde gözle görülür derecede kilo kaybetmeye başlamıştı. Bunu her ne kadar iştahsız oluşuyla ve yaptığı türlü diyetlerle ilişkilendirse de durum hiç bu kadar hafife alınamayacak kadar mühimdi. Annem gün geçtikçe gözlerimin önünde eriyordu. Bir ay içinde tahminen yirmi kilo kadar daha vermiş ve artık bunun nedenini tıbbın belirlemesinin vakti gelmişti. Ertesi sabah saat yedi sekiz gibi annemle Medical Park Hastanesi'ne gittik. Hastanede geçirdiğimiz iki saatin sonunda, yaptırdığımız testlerin sonuçlarını almak için haftaya aynı gün, Hematoloji bölümünden randevu alarak hastaneyi tekrar ziyaret etmemiz istendi. Aradan bir hafta geçti ve randevu günü geldi. Bir hafta önce arabayla gittiğimiz hastaneye o gün bisikletlerimizle gitmeyi kararlaştırmıştık. Saat on biri çeyrek geçe hastanedeydik. Annemin günden güne daha da eridiğini görmek ve bunun için hiçbir şey yapamamak en büyük çaresizliğimdi. O gün annem test sonuçlarını görmeden, oturduğumuz sandalyeden öne doğru yıkıldı. O an kısa bir süre neler olduğuna anlam verememiştim çünkü bilincimi kaybetmiştim. Hatırladığım tek şey ise iki hemşire ve bir sedye. Anlamıştım. O gün annemle son kez kahvaltı yapmış olduğumuzu, son kez bisiklet sürdüğümüzü, son kez koluna girmiş olduğumu ve bunları son kez yaptığımın hiç farkında olmadığımı anlamıştım. Güne başlarken hastaneden çıktığımızda sinemaya gideceğimizden, filmi gidince panodan seçeceğimizden ve akşam eve dönerken bisikletlerimizi sahil yolundan süreceğimizden bahsetmiştik. Fakat öleceğinden bahis açmamıştık. Böyle bir planımız yoktu. Zaten ben de annem öldükten sonra hiç plan yapmadım. Yapacaklarım ve yaşayacaklarım o gün annemi yatırdıkları sedyeyle önce yoğun bakıma daha sonra ise morga kaldırıldı. Geleceğe dair hiçbir plan ve umudum kalmadığı için fiillerim yalnızca şimdiki zaman ile beslendi hep. Gelecekten, ecek ve acaktan nefret ettim.

Annemle birlikte gittiğimiz hastaneden iki bisiklet, annemin kıyafetleri ve ölüm belgesiyle geri döndüm. Bir daha hiç bisiklet sürmedim ve sinemaya gitmedim...

Aradan bir ay kadar geçti. Uraslar mahallemizde, dubleks bir evde yaşıyorlardı. Ailesi varlıklı ve bir hayli zengindi. Annemin ölümünden sonra tanıştım onlarla. Ailesiyle birlikte yalnızca onlar gelmişti taziyeye. Yaklaşık bir ay Uras'ın babası sayesinde sıkıntısız yaşadım. Mutfak alışverişimi yapıyor, bana yeni kıyafetler alıyor ve sık sık onlarla birlikte yaşayabileceğimi söylüyor, aynı zamanda da Uras'ın bana çok iyi arkadaş olabileceğini söylüyordu. Uras'ın çok iyi biri ve sağlam bir dost olduğunu yıllar sonra da olsa ben de anlamıştım.

Dört beş gün aralıklarla geçirmeye başladığım sinir krizleri, sigara ve sürekli uyku yaşamıma eşlik ediyordu. Uras'ın ailesinin maddi ve manevi yardımlarına rağmen bu hayata yalnız bir ay dayanabildim. Aldığım bir karar, yaptığım bir plan ya da istediğim bir şey yoktu. Bir gün yine gözlerim fazla uyumaktan şişmiş vaziyette kalktım. Yalnız yaşamanın insana kazandıracağı birçok özellik var. Ve ilkiyle, "kendi kendine konuşmak"la tanıştım. Halk arasında delilik, yalnızlar için ise terapidir kendi kendine konuşmak.

Evden fevri bir şekilde çıkıp Uras'ın yanına gittim. Ve ona şehri terk ettiğimi, bana yaptıkları tüm iyilikleri bir gün ödeyeceğimi söyleyip teşekkür ettim. Elbette şaşırarak sordu:

"Nereye gideceksin?"

"Bilmiyorum."

"Gidecek bir yerin var mı?"

"Hayır."

"On dört yaşında şehri terk etmek için deli olmak gerekir!"

"Hoşça kal."