Yeraltı edebiyatı, temeline baktığımız zaman 18. Yüzyıla kadar dayandırabileceğimiz kapitalizme tepki olarak doğan aykırı ve ilk yansımalarını Gotik edebiyatı alanında gördüğümüz bir türdür. Popüler, çok fazla okunan ve her kesime hitap eden bir tür değildir; aksine kendi okur kitlesini yaratır. Sınırları tam olarak çizilememesiyle beraber bu alanda ortaya çıkan eserler de sınırlıdır. Türk edebiyatında Yeraltı edebiyatı henüz yeni bir alandır, bundan dolayı da verilmiş eserler oldukça azdır. Türk edebiyatının gelişim sahasına bakıldığında yeraltı edebiyatını besleyen ve bu edebiyata temel olan avangart anlayışıdır. Bu bağlamda Yusuf Atılgan (Anayurt Oteli, Aylak Adam), Sait Faik Abasıyanık (Lüzumsuz Adam), Vüsat O. Bener (Buzul Çağının Virüsü) ve Oğuz Atay ( Tutunamayanlar) sayılabilir. Modern anlamda yeraltı edebiyatı 80 darbesinden sonra görünür olmaya başlamıştır. Özellikle Stüdyo İmge Yayınları aracılığı ile ortaya çıkan Kanat Güner (Eroin Güncesi), Sibel Torunoğlu (Tımarhane Günlüğü ve Travesti Pinokyo), Sarp Bengü (Acı Sigara) gibi isimlerle ağırlık kazanmıştır. Günümüzdeki temsilcileri ise Altay Öktem (Bu kitaptan Kimse sağ çıkamayacak) Küçük İskender (Gözlerim Sığmıyor Yüzüme) Hikmet Temel Akarsu (Nihilist Reddedilenlerin Risalesi) Alper Canıgüz (Oğullar ve Rencide Ruhlar), Hakan Günday (Kinyas ve Kayra) ilk akla gelen isimlerdir.

Yeraltı edebiyatı alanında yazılmış eserlerde alkol, cinayet, şiddet, tecavüz, uyuşturucu gibi unsurlar mutlaka yer alır. Eserlerin kahramanları her gün toplumda gördüğümüz kişilerden değildir. Bu kahramanlar sıra dışı özelliklere sahip olan tiplerdir. Roman içerisinde bu karakterlerin neler yapabileceğini tahmin etmemiz güçtür. Yaptıkları her şey toplum değerlerine karşı olarak görülür. Yazılan eserlerde dil esnektir. Küfür ve argo fazlasıyla bulunur. Kahramanların hayattan pek bir beklentisi yoktur. Ölümü arzularlar hatta amaç edinirler. Tüm bunlara bakıldığında Yeraltı edebiyatının ana kahramanları toplum tarafından kötü nitelendirilen kötücül kahramanlardır. Edebiyat asırlardır iyi kötü çatışmasından beslenmiştir; fakat yeraltı edebiyatında durum farklıdır. Bu bağlamda kötülüğe iyinin zıddı olarak değil bambaşka anlamlar yüklenerek bakılmıştır. Birçok yazar bunu yapmış ve yazdıkları eserler ile sesini duyurmuştur. Bu yazarlardan birisi de Hakan Günday’dır.

Hakan Günday edebiyatımızda oldukça özgün eserler veren bir yazardır. Ayrıca son dönemde eleştirmenler tarafından Türk edebiyatında yeraltı edebiyatının en dinamik eserler veren ismi durumundadır. Gerek eserlerin ismi ile içeriği gerek eserlerindeki karakterlerin isimleri ve özellikleri bakımından edebiyatımızda eşi benzeri olmayan eserler meydana getiren Hakan Günday; yazma serüvenine 2000 yılında başlayıp yayın hayatına ‘’Kinyas ve Kayra’’ isimli romanı ile başlamıştır. Sonrasında ise ‘’Zargana’’ (2002), ‘’Piç’’ (2003), ‘’Malafa’’ (2005) ‘’Azil’’ (2007) ‘’Ziyan’’ (2009) ‘’Az’’ (2011) ve ‘’Daha’’ (2013) birbirlerini takip ederek ortaya çıkmış, okur tarafından oldukça ilgi görmüştür. Özellikle ‘’Kinyas ve Kayra’’ ilk çıktığı zaman okuyan herkes kim bu yazar demiştir. Çünkü eser içerik, karakterlerin özellikleri ve yazarın dili bakımından farklıdır. ‘’Kinyas ve Kayra’’nın neden farklı olduğu, yeraltı edebiyatına girip girmediği, karakterlerin nasıl olduğu cevaplanmayı bekleyen sorulardan birkaçıdır.

Öncelikle ‘’Kinyas ve Kayra’’ Hakan Günday’ın ilk eseridir.  Eserin yazılış hikâyesi de farklıdır. Kendi anlatımına göre; üçüncü üniversitesinde okurken ve beşinci yılında henüz ikinci sınıfı bitirememişken okul hayatını devam ettiremeyeceğini anlayıp derse girmez. Okulun karşısındaki kırtasiyeden kalem ile defter alır, hemen yanında yer alan kıraathaneye oturur ve yazmaya başlar. Defterine yazdığı ilk kelimeler; “asansör dördüncü katta durdu. Kapısında 17 yazan daireye girdik.” “Kinyas ve Kayra”nın ilk cümleleri olur. Sonrasında cümleler birbirini kovalar ve iki ay içerisinde bu eser meydana gelmiştir.

“Kinyas ve Kayra” romanı üç bölümden (Kinyas, Kayra ve Hayat), (Kayra’nın Yolu), (Kinyas’ın Yolu) oluşmaktadır. Eserde yer alan Kinyas ve Kayra takma adlarını kullanan karakterler iki dosttur. Kitap asansörün dördüncü katta durup kapısında 17 yazan daireye girmeleri ile başlar. İki karakterinde ortak özelliklerinden birisi zihin ölümlerini gerçekleştirmektir. Hayattan hiçbir beklentileri kalmamıştır. Evsiz ve işsizdirler. Gerçek adlarını dahi hatırlamaz durumdadırlar. Ve içerisinde bulundukları yer Afrika’daki Abidjan bölgesidir. 17 numaraları dairenin içerisinde yerlerde içki şişeleri parkeyi halı gibi kaplamaktadır. İkisi de alkolün pençesindedir ve o evde yazmaya başlarlar. Ondan sonra da yazmaya gittikleri her yerde devam ederler. Belli bir yerde kalmazlar. Sürekli yol halindedirler. Uyuşturucu ve cinayet gibi illegal, yasa dışı işler yaparlar. Karakterlerin özellikleri sıra dışıdır. Normal hayatta gördüğümüz tiplere benzemezler. Günün her saatinde içki içen, geceleri otellerde fahişeler ile beraber olan tiplerdir. Fakat Kayra beraber olduğu kadınlara şiddet uygularken Kinyas da bu görülmez. Her iki karakterde yalnızdır. Yalnızlığı kendilerini geliştirebilmenin yolu olarak görmüşlerdir. Her iki karakter de ailelerine not bırakmadan, hiçbir şey demeden evden kaçmıştır. Birçok yere gitmişler, birçok cinayete bulaşmışlar, kendi deyimleri ile insanlıklarını yitirmişlerdir. Son olarak amaç edindikleri ise zihin ölümlerini gerçekleştirmektir. Ölümü amaç olarak edinmelerinin sebebi de yaşadıkları dünyanın anlamsız ve işe yaramaz olduğunu düşünmeleridir. Onlara göre aşk, siyaset, aile, Tanrı gibi tüm unsurlar manasını yitirmiştir. İkisi de Tanrıya inanmaz, aslında hiçbir şeye inanmazlar. İki karakterde de ciddi bir inanç yoksunluğu bulunmaktadır. Kinyas uyumamak için bir direnç halinde olup gün içerisinde uyumazken Kayra’da bu görünmez. Kayra uyur bununla beraberde rüyalar görür. Yalan söyleme durumu da Kayra’da bulunurken Kinyas yalan söylemeye gerek duymaz. Fakat Kayra karşısındaki her insana yalanlar söyleyebilen üstelik bu yalanlarını da kanıtlayıp karşısındakini inandırabilen bir tiptir. İlk bölümün sonlarına Meksika’ya tatile giden bir babanın kızını kaçırıp tecavüz ederler, babasından fidye olarak yüklü bir miktar para aldıktan sonra baba ve kızı öldürüp tekrar yola koyulurlar. Bu sefer gittikleri yer uzun süredir gitmedikleri Türkiye’dir. Türkiye’de durum farklı bir boyut alır. Otelde kaldıkları sırada Kinyas not bırakıp gider. Kayra iyice yalnızlaşır ve ilk birkaç saat yataktan kalkmaz. Yalnızlığı bir karakter haline bürünür. Sonrasında ise hiçbir şey olmamış gibi kısa sürede Türkiye’den ayrılır. Gambiya’ya gider.

Kinyas’a göre bu hale gelmesinin sebebi ailesinin bir sabah evden gitmesi, geceleri babasının hıçkırıklarını duyması ve boktan gecelerdir. Kinyas’a göre babasının hıçkırıklarını umursamayan biri hiçbir şeyi umursamaz. Yine Kinyas’a göre Kayra’nın bu hale gelmesinin sebebi ise sadece kendisidir. Hiçbir konuda başarılı olamaması, sürekli olarak dışlanması ve yalnız kalmasıdır. Bundan dolayı bu hale gelmiştir. Eğer herhangi bir şeyde ortalama bir başarı elde edebilse bu hale gelmeyeceğini belirtir.

Kitabın sonunda Kinyas evine döner, Kayra ise zihinsel ölümüne kavuşur. Birbirlerine hem benzeyen hem de bir o kadar zıt olan iki karakterde Türk edebiyatında farklı bir yer alır. Alkolizm, cinsellik, uyuşturucu, tecavüz, illegal işler gibi yeraltı edebiyatının temel unsurları bu romanda tek tek işlenmiştir. Bundan dolayıdır ki “Kinyas ve Kayra” yeraltı edebiyatı denilince ilk akla gelen romanların başında gelir. Kitap içerisinde hiçliğe de ulaşırız, varlığa da. Aynı zamanda yokluk da vardır. Hem her şey, hem hiçbir şey.

 

Kayra’nın dediği gibi; Hiçbir şey yok! Hiçbir şey yok. Hiçbir şey yok…

Kinyas’ın dediği gibi; Her şey var! Her şey var…