Çetin’e çalışmaya başladığım günün üzerinden 185 paket sigara, 220 maktul/maktule, 52065 küfür, 120026 aksilik geçti. Çetin haklıydı, Sevgililer Günü arifesi sektörün en çılgın zamanlarıydı. İnsanların sevdiklerine hak gördükleri ölüm şekillerini bir bilseniz küçük dilinizi yutarsınız. Uzun zamandır burnuma iki koku hüküm sürüyor: Hidrojen peroksit ve sodyum hipoklorit. Adeta yürüyen bir kimyasal tankıyım.

Allah var şimdi Çetin de temiz iş çıkarıyor çoğu zaman. Bir keresinde olay mahallini temizledim diye yalan söyledim. Elinde mavi ışıkla geldi ve köseleşmiş suratıma okkalı bir tokat yapıştırdı. Sağımdaki meleğin hayatımı izlerken dudağını parçalayışının, tırnaklarını öfkeden kafa derisine geçirişinin intikamını aldı Çetin. Bir tokatla yontuldum, bir anda büyüdüm, adam oldum. Artık çok titiz çalışıyorum.

Kan, ter ve gözyaşı… İnsan artığı olan ne varsa dünya üzerinden silmek benim işim. Zavallı yıldız tozlarını, hiç var olmamışlarcasına evrenden süpürmek... Hakiki yok edici Çetin değildi, bendim. Ellerim Çetin’inkilerden daha kanlıydı.

 

14 Şubat gelip çatmıştı. Sonunda yoğunluk bitmişti. Çetin muzır bir ifadeyle “Bugün izinlisin.” dedi. Bir hayatım bile yokken hayatımda birinin olduğunu düşünmesi tam bir komedi unsuruydu. Ama gülemeyecek kadar yorgundum. Hayatımda hiç bu kadar yoğun çalışmamıştım. Hatta hayatımda hiç çalışmamıştım. 3 günlük iznimi evde kıçımı yayarak geçirmeyi düşünüyordum.

 

6lı kutu bira ve 3 paket sigara aldım, eve doğru sallana sallana yürümeye başladım. Evet artık ben de tüketiciydim. Ben de kapitalist sisteme katkıda bulunuyordum. Çetin temizlediği insanların ziynetlerini ve cüzdanlarını bana bahşiş olarak veriyordu. Nereden baksan karlı bir sektördeydim. Biralar bitene kadar televizyonda ruh emici ne varsa izlemiştim, tüketicinin zeka seviyesine asla hitap etmeyen reklamlar da dahil. Ne bira ne sigara içimdeki sefalet duygusunu bastırmaya yetmişti. Ayazın havlu atmasından aldığım cesaretle kendimi dışarı attım. Nereye gittiğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kumandam ayaklarımın elindeydi. Işıl ışıl bir mekana denk geldim. Dünya üzerinde ne kadar kırmızı tonu varsa hepsini bir araya toplamışlardı. Masa örtülerinde, süslemelerde, kadınların rujlarında ve muhtemelen iç çamaşırlarında… Önce yargıladım, sonra görünmez bir el tarafından içeriye çekildim. Tam kapıya meyletmiştim ki güvenlik, “Damsız almıyoruz kardeş” dedi. Cevap vermeye hevessizdim. Arkamı döndüğüm saniyede koluma biri girdi. “Aşkım çok geç kalmadım değil mi?” “Ha, ney, kem küm...” diye bir şeyler gevelemeye çalıştım. Güvenlik bileğimizin iç kısmına dudak resmi olan bir mühür vurdu. Tabii ki o da kırmızıydı. Neyse, bu gece en azından biri olmasa da bir şey tarafından öpülmüştüm. Hiç tanımadığım damımla içeri girdim. İnsan tanımadığı biriyle ne konuşabilir ki? Hoş, ben tanıdıklarıyla da muhabbet açabilen bir adam değilim.

"Sen başlamadan ben söyleyeyim, sevgilimi basmaya geldim. Kavalyesiz almadıkları için koluna girdim. Sen de damsızdın. Win-win durumu yani, anladın mı?"

"Yaşasın mutualizm!" diyerek masadaki içine çilek cesedi atılmış rose şarap kadehini havaya kaldırdım.