Sosyolojik Düşünce Tarihi dersimizde konusu açılınca dersimizin hocası bu kitaptan bahsetti. Aslında her bir ders boyunca en az altı-yedi kitaptan bahsediyor kendisi ama bu defa şiddetle okumamızı tavsiye etti. Kitabın adını not aldım ben de. Açıkçası Afrika’da yerlilere yapılanlar hakkında çok şey okudum, izledim diye düşünüyordum ama yanılıyormuşum. Çünkü Bartolomeo De La Casas adındaki bir rahipten hiç haberim yoktu. Geç olsun güç olmasın demişler, sonunda tanımış oldum kendisini.

Yazar, Kristof Kolomb’un ikinci yolculuğuna katılmış ve aynı zamanda Casas, Kolomb'un birinci yolculuğunun özetini ve hayatını kaleme almış. Bazı keşif seferlerine katıldıktan sonra 1506 yılında geri dönerek papaz yardımcılığına atanmış. 1512 yılında Yeni Dünya'ya atanan ilk papazdır kendisi ve 1515'te dönerek yerlilere yapılan kötü muameleyi ve işkenceleri Kral V. Carlos ve Papa'ya bildirmiş ve kitapta tam olarak bu mektuplardan ibaret. Papa ve Kral'ın 1537'de yerlilerin köle olarak çalıştırılmasını ve mallarına el konmasını yasaklayan kararlar almasında önemli rolü olmuş ve 1566'daki ölümüne dek yerli haklarının savunuculuğunu yapmış.

Dediğim gibi kitap mektuplardan ibaret, daha doğrusu şikayet dilekçelerinden ibaret. Her bir mekan başlığı altında bir katliam, her bir paragrafta yüzlerce ölü, her bir cümlede, kelimede ayrı bir acı var. Okudukça şimdi başka bir şeye geçecek herhâlde, bundan da ötesi olamaz diye umuyordum ilk birkaç başlık sırasında ama ne yazık ki gerçekler böyle değil. Yazar kendisi de farklı yerlerde şöyle bahsediyor; “Bu adada gördüğüm olayların hepsini anlatmaya ne zamanım yeter ne de kâğıdım.

İnsan düşmanı İspanyolların birbirlerinden çok uzaktaki bölgelerde eş zamanlı olarak işledikleri korkunç cinayetlerin ayrıntılarını anlatmaya bir insanın ne kalemi ne de gücü yeter.

Ne kadar uğraşırsam uğraşayım İspanyolların ne kadar korkunç katliamlar yaptıklarını yeterince dile getiremem. Gördüklerimin yüzde birini bile dile getiremeyeceğimin farkında olarak bazı olayları anlatmaya çalışacağım. Doğrulukları hakkında yemin ederim.

Hatta Cartagena adlı bölge hakkındaki yazısını bir paragraf kadar tutmuş ve Santa Marta’daki yerliler gibi oradaki yerlilerin de yok edildiğinden bahsedip bölümü şöyle bitirmiş: Cartagena'da işlenen cinayetleri, soygunları ve birçok kötülüğü uzun uzun anlatmayacağım. Başka bölgelerde yapılanlara benzer katliam işkencelerin Cartagena'da da yapıldığını söylemekle yetineceğim.”

Anlattıklarının doğruluğuna yemin eden bir adamın tüm sözlerine inanır mısınız? İnanabilir misiniz? Arşivler, anlatılanlar, hemen bugün etrafınızda gerçekleşen türlü olaylar olsa, aklınız artık kavrasa bile kalbinizi katliamlara inandırtabiliyor musunuz? Yaşadığımız bu çağın en büyük getirilerinden medya aracılığıyla haberimiz olan ve haberimizin olmasının istenmediği bir çok katliam varken bu son cümlem fazla absürt belki de, bilemiyorum. Kitabın ne hakkında olduğunu sordu biri, iki cümle ile bahsettim. Dünyanın kuzeyinde güneyinde, her bir noktasında ayrı bir katliam varken on altıncı yüzyılın Yeni Dünya sömürülerini, katliamlarını okumak çok saçma dedi. Aslında bu her tarih kitabı okuduğumda aklıma takılan bir soru ama çok da irdelemek istemiyorum bu soruyu.

Kitap baştan aşağı insan hakları ihlali adeta. Tam olarak insandan aşağı olarak görülen yerliler hakkında şunu yazmış yazar; “Bir keresinde otuz yerli bir kısrakla takas edildi. Bu sefil, hayatta kalan yerlileri ve kadınlar arasından seçtiği en güzel elli ya da yüz bakireyi küçük bir teknenin alabileceği miktarda şarap, yağ, sirke ve domuz etiyle takas etti. Zavallı yerli kızlar köle olarak satıldılar. Babası prens olan bir genç erkeğin bir miktar peynirle ya da yüz yerlinin bir atla değiştirildiği oldu. Bu vali 1526 ile 1533 yılları arasında böyle aşağılık işler yaptı. İspanyollar, Tanrı inancını yerlilere işte böyle götürdüler.” Tüm bu katliamların savunmasındaki perdenin din olma gerçeği de asla değişmeyen bir kural sanırım.

“Dinimizin kurallarına aykırı ve haksız birçok savaş yaparak yerlileri bu şekilde hiç acımadan yok ettikten sonra bile Tanrı'nın yaptıklarını onayladığını zannedip Tanrı'mıza şükürler olsun diyebiliyorlardı. Halbuki Kutsal Kitap'ın Zekeriya Peygamber bölümü onların yaptıklarıyla ilgili: (Yüce Rabbim şöyle diyor: Bu boğazlanacak sürüyü sen otlat, o sürüyü ki satın alanlar boğazlıyorlar ama suç işlediklerini kabul etmiyorlar; onları satanlar ise, şükürler olsun Rabbimize, çünkü zengin oluyoruz diyorlar.) Tevrat, l l . Bap, 4. ve 5. Ayetler”

Yazarın en başta bir rahip olması eleştirilerini ve mektupların yazım dilini de oldukça etkilemiş aslında. Faillerin ağzından din kavramını duymanın onu çok rahatsız ediyor olması gayet anlaşılır. Bu rahatsızlığını ve nefretini de defalarca kez dile getiriyor. “İspanyollar bir yerde çok sayıda yerliyi bir alana topladılar. Yerliler oraya kendi istekleriyle de gelmiş olabilirler. İki yüzden fazla yerli vardı. Merhamet nedir bilmeyen zorba, masum yerlilerin burunlarını, dudaklarını ve çenelerini kestirtti. Yüzlerinden kan fışkıran yerliler, kutsal Katolik inancının savunucusu olan İspanyolların yaptıklarını dehşet içinde diğer yerlilere anlattılar. Zorbanın istediği de buydu zaten: Bölgedeki diğer yerlilerin gözünü yıldırmak Şimdi siz karar verin: Yerliler, Hıristiyanları ne kadar sevebilirler ve bu tür canavarlıkların iyi ve haklı olduğunu kabul eden bir Tanrı'ya ya da İspanyolların kusursuz olmasıyla övündükleri bir dine nasıl inanabilirler”

Asla bir din tebliğ etme amacı gütmediklerini ve altın kazanma hırsıyla yüreklerinin bağlandığından da defalarca kez söz ediyor. “İspanyollar dini mesajların yerlilere ulaşır ulaşmaz, durup biraz düşünmelerine bile fırsat vermeden vahşice saldırıp yerlileri kılıçtan geçirmeye başlıyorlardı.”

Dinin bir kılıf olarak kullanıldığını düşünen tek din adamı Casas değil. Bazı din adamlarının yazdıkları mektuplara da yer vermiş ve onların görüşleri farklı değil. Peru Eyaleti'ndeki baş keşişlerden biri olan Marcos De Niza şöyle diyor mektubunun bir kısmında; “Bir olayda Ocena adlı bir din adamı, çocuğu alevlerin arasından çekip aldı; fakat yaptığını gören başka bir İspanyol, bebeği hemen din adamının elinden kapıp tekrar alevlerin arasına fırlattı. Bebek düştüğü küllerin içinde kavrulup gitti. Bunların da doğruluğunu kabul ederim. Bu İspanyol aynı gün komutanının çadırına giderken atından düşüp öldü. Bu adam gömülürken başında bulunup dua okumayı hiç istemedim.”

Değinmek istediğim bir şey de şu ki; aslından İngilizceye çeviren sanki tek suçlu, hatta tek sömürgeci İspanyollarmış gibi konuşuyor, diye bir not almıştım önsözü okuduktan sonra. Kitaba başlayıp, bitirince gördüm ki Casas tam olarak sadece İspanyollar’ın yaptığına odaklanmış durumda. İspanyollar dışında hiçbir milletin adı geçmiyor adeta, yalnızca bir iki yerde Alman Komutan gibi sıfatlar kullanılmış. Bu Casas’ın bulunduğu bölgenin İspanyollar’ın elinde olmasıyla mı alakalı yoksa başka bir şey mi pek bilemedim ama fazlasıyla dikkatimi çekti.

Son olarak Casas’ın anlattığı en felaket olay şuydu diyemeyeceğim, yaşattıkları en acısız ölüm dahi akıl almaz şekilde gerçekleştirilmiş. Okumakta zorlandığım cümleleri tek tek yazmayı da kesinlikle istemiyorum. Bir çırpıda okuyup da bitiremediğim 142 sayfalık kitabın tam özetini şu paragrafla yapmış yazar. “İspanyollar kaç çocuğu anne babasından, kaç erkeği karısından ettiler, kaç kadını dul bıraktılar, kaç dulu kirlettiler, kaç evli kadının masumiyetini elinden aldılar, kaç bakirenin ırzına geçtiler, kaç yerliyi köleleştirdiler, bu felaket sırasında kaç yerli ne çileler çekti, ne kadar gözyaşı akıttı? Sayılamayacak kadar çok. Bu komutan bu dünyevi seyahatinde ne kadar insanı kimsesiz bıraktı ve kaç kişiyi bu dünyada cehennem alevlerinin içine attı? Kendi askerlerine de büyük zarar verdi. İşlediği sayısız alçakça cinayette ona yardım eden İspanyollar da büyük günahlar işlediler.” Bu paragrafın sonuna çevirmen bir dipnot eklemiş, Jô Pedro de Alvarado 1539'da bugünkü Meksika'nın iç kesimlerinde bir yerli ayaklanması sırasında öldürüldü, diye. Anlatılanlardan sonra faillerin ölüm şekillerini eklemeyi unutmamış yazar, her yapılanın bir geri dönüş vardır demek istemiş sanırsam. Yapılan bunca katliamın geri dönüşü ne olmalı yahut olmalı mı diye başka soru işaretleri de oluşuyor aklımda. Sonuçta her bir geri dönüş, intikam demek. İntikam ise yine yeniden başka katliamlara davetiye demek. Çok fazla katılmasam da tarih tekerrürden ibarettir sözü açıklıyor bu durumu…