"Her gün bir kez bu kitabın başına geçtim."


"Her gün bir kez dışarı çıktım, kırık bir bulutla yürüdüm."


"Her gün bir insana bakıp, yüzümü yere eğdim."


"Her gün bir gazeteye boş gözlerle baktım."


"Her gün bir kuzey kışı indi içime."

"Her gün hiçbir şeyi anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı düşündüm. Güvercinleri yolculadım."


Birhan Keskin’in Y’ol adlı kitabının girişindeki ’Sunu’ bölümü bu cümlelerle başlıyor. Her bir cümlenin arasına boşluk bıraktım çünkü duygudaşlık bağı ile okuyan herkesin bu boşluklara dolduracak sonsuz sayıda cümlesi, haykırışı, acısı ya da anlatacakları olacaktır. Hikayeler değişse de değişmeyen şey hissin kendisidir. 

Benzer hislerle şair Ahmet Erhan da bir şiirinde şöyle seslenmişti:


“Yüreğimi bir kalkan gibi bilip, sokaklara çıktım

Kahvelerde oturdum, çocuklarla konuştum

Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum

Bugün de ölmedim anne…”


İnsan okumazdan evvel, ruhen hissettiği ama açıklayamadığı birçok şeyin cevabını okudukça yavaş yavaş kavrıyor. Özellikle; ruh-beden, akıl ve zihin, görmek ile bakmak arasındaki ayrımı fark ettiren şair ve yazarlar hayatın detaylarda gizli anlamsızlığını ya da anlam karmaşasını bir nebze de olsa daha da görünür ve hissedilir kılıyorlar. Gündelik hayatımızın akışı içerisinde yaşamın sancılarıyla baş etmek için bazen anlamlı, bazen öylesine basit eylemlerle; ölümü, ayrılığı, acıyı, yaşamın hoyratlığını normalize etmeye çalıştığımız zamanlar olur. Bunu bütün içtenliğiyle anlatanlarımız ve anlatamayıp kulak verenlerimiz olur. Anlatabilenler, anlatamayanlara hem yoldaş hem de rehber oluverir bazen. Bu sebeple kitabın girişindeki ’Sunu’ bölümü bütün içtenliğiyle, bir çırpıda okuyup geçemeyeceğim bir giriş yazısı oldu benim için.


Okudukça dışarı çıkıp kırık bir bulutla yürüdüğüm, insanlara bakıp yüzümü eğdiğim, içime kuzey kışlarını indiren hüzünlerin varlığını fark ettiğim satırlarla karşılaştım. İnsanın köşeye sıkıştıkça, belki de çoklarına anlamsız gelecek eylemlere, içsel bir dinamikle nasıl yöneldiğini bana anlattı. Bu benim için buruk bir karşılaşma ve buluşma oldu. 


Gördüğümüz veya duyduğumuz her cümleyi ‘bir bıçağın batışı’ gibi ifade edemeyebiliriz ya da bir vedayı, "güvercinleri yolculamak" olarak ifade edebilmeyi… Kelimeler ve cümleler değişse de, ‘dünyanın diliyle’ değil ‘yeryüzünün diliyle’ konuşanlar aynı hislerin etrafında buluşurlar. 

Bu yönüyle ‘Sunu’ bize ‘yeryüzünün dili’yle seslenen, devamında her bir şiire her bir dizeye, kelimeye, harfe bölünerek çoğalan bir haykırış. Kulak vermeli…


"Gördüğüm her 'cümle' bana bir bıçak gibi battı, anlamadım."


"Her gün uyku beni koynuna alsın diye yalvardım."


"Her gün ömür sözcüğü kömür gibi tınladı içimde."


"Her gün bir kilidi açmaya çalıştım. Başka bir şey vardı, başka bir şey; ben sana dünyanın değil yeryüzünün diliyle seslenmişti."