Ormana doğru seğirtmişti gözlerini. Zaten bu yere geldiğinden beri hep ormanı kolluyordu gözleri. Kendini götürmediğini düşündüğü her yere de bu yer demek gibi bir alışkanlık kazanmıştı uzun zamandır. Belki haklıydı; insan kendine yer beğendiremeyendir de. Orman ilk defa onun için hayal kırıklığıydı ama yine de izlerken içi açılıyordu. “İnsanın içi kırıldıkça açılabiliyormuş kendine.” diye düşünüp güldü. Hep gülerdi, en çok da çam ormanlarına. Çünkü aklına hep İsa gelirdi.

İsa, yerde ve gökte olmayan. İsa, yerden göğe olamayan.

İsa, mezarlığında hiç çam olamayacak olan.

Buranın değil gibiydi, hatta daha çok hiçbir yerin değil gibiydi. Sanırım kendisinin de neye olduğunu bilmediği bir başkaldırıydı.

Mekansızım, öyleyse varım! Mekansızım, öyleyse varım! Mekansızım, öyleyse varım! Üç defada kendini ikna etmiş olacak ki oturduğu yerden kalktı ve ormana doğru yürümeye başladı. Ormanın içlerine doğru seyrederken önceki gece kopan fırtınadan dolayı devrilen çamları ve onların dölünü daha toprağa saçamamış yüzlerce kozalağını gördü. Kendisini getirdi bu durum aklına. Konunun kendisine gelmesini de hiç sevmezdi mesela, kendinden dahi olsa. İrkildi, aklındakileri dağıtmak için yürümeye devam etti. Hiç düşünmeden, dalmadan kendi kuytularına, dönmeden kendi köşelerini... Yürüdü. Sadece ıslak toprak ve libidosu artmış çam ağaçlarının kokusunu duyumsayarak yürüdü. Yol hiç varmıyor burada bir yere ve çam ağaçları da hep biraz sancıdır buradakiler için deyip döndü yolun bitiminden. Dönerken aklına Nesimi’nin dizeleri geldi:

“Mende sığar iki cihan men bu cihana sığmazam

Cevheri lamekan menim kevn û mekana sığmazam”

dizelerini sesli sesli kendisine okudu.

“Sığdırırık anam, sığdırırık babam, sığdırırık aslanım.” Sahibini tanımadığı ses onu çok ürkütmüştü. Sağına dönüp sesin sahibini görünce hemen has duruşa geçti. Ses us yeşile aitti. Orada her şey ve herkes de yeşildir mesela. Çok yeşiller, us yeşiller, az yeşiller, yeşilcikler.

Ormanın içlerine bu kadar çok girdiği için kendine çok kızdı içinden. Gece kopan fırtına yüzünden yasaktı girmek ormana. Bildirilmişti bütün yeşilciklere ama unutmuştu dalgınlığından. Unuttuğundan dolayı ormana gelirken ne can yeşile haber vermişti ne de nereye gideceğini kimseye söylemişti. Çünkü orada herkes herkesten mesuldür, onurundan gayrı tabi. Korkusu, öfkesi ve şaşkınlığı geçince has duruşta olduğunun farkına varıp selam verdi.

—Yeşil otuz kırk azleyleyin us yeşilim.

—Ne arıyorsun ulan burada?

—Yürüyüşe çıktım usum.

—Burası yürünecek yer mi lan?

—Dalmışım usum.

—Neye daldın, leyla mısın lan sen?

—Hayır usum.

—Bak koçum, öyle romantik bir yürüyüşe çıkmışsın burada ama o kıçın için platonik dikenler bulamazsın burada. Bulsan bulsan kütük bulursun kıçına, dedi us yeşil.


Dehşet öfkeliydi bu sözlere ama tahammül etmeliydi, tahammül etmeliydi, tahammül etmeliydi. Sustu, öfkeden dudakları titredi. Onun susup öfkelendiğini fark eden us yeşil göğsünü kabartıp yat dedi. Yattı. Sürün, dedi. Süründü. "Toprak sabaha kadar çamlarla sevişmiş, şehvet kokuyor toprak, belli." diye konuşup kendi kendisiyle unuttu us yeşili. Süründü. Daha çok süründü. Süründükçe rengi açıldı. Elbet, elbet atacağım bir gün bu rengi üzerimden, dedi içinden kendini teselli etmek için.

Kalk dedi us yeşil. Kalktı. Has duruşa geçti.

—Direkt topluluğuna, hadi.

—Azledersiniz usum.

Adi adımlarla topluluğuna doğru seğirtti.

Topluluğa vardığında her şey olağandı. Kimse hissetmemiş yokluğunu. Bir yerde var olmaya çalışmayanın yokluğu da olmazmış o yerde demek ki, diye geçirdi içinden. Yeşilcikler temizlik yapıyordu. Kendi kendine konuşmaya devam etti o da yine. Aslan yattığı yerden belli olurmuş. Hadi lan oradan! Aslan bir kere uyandığı yerden belli olur. Hem kim karanlığına devrilince farkındadır kendinin, olmuşların, olanların ve olacak olanların?

Orada içip içip boşluğuna attığı hiçbir izmarit de varmamıştı kendisine. Kendisi de kendisine varamadığı için orada değil miydi zaten? Gün içindeki bütün rutinlerini yapıp uyumaya çekildiğinde herkes yatağında uzanırken gün içinde yaşadığı olay geldi aklına ve öfkeden sövmeye başladı. Bir şeyleri oluruna bırakmaktan, sabretmekten, sineye çekmekten çok yorulmuştu.

Yaşadığı olay büyük bir öfke ve başkaldırı düşüncesi yarattı onda. İnsanın renkleri olabilmeliydi, insan renklere olabilmeliydi, diye düşünüyordu. O an karar aldı. Bu geceden başlayıp yasak renkleri deneyecek ve buna gövdesinden başlayacaktı. Bir başkaldırı çünkü kendini hemen ele vermemeli diye düşünüyordu. Kalktı hemen yataktan. Yıllardır yanından ayırmadığı beyaz tişörtü zulasından çıkartıp hiç ikirciklenmeden giydi. Bugün yaşadığı o onur kırıcı olaydan bir bu beyaz tişört aklardı çünkü onu. Tişörtü giydikten sonra tekrar yatağa devirdi gövdesini. Uykuya dalmadan hemen önce şunlar geçmişti aklından: Farklı bir renge uyanamıyorsa farklı bir renge uyuyabilmeli insan.

Saat tam beş buçuğa vurunca uyandı. Yataktan kalkmak için doğruldu. Yatağın kenarına oturdu ve duraksadı. İçinde bulunduğu durumdan olacak ki yıllar önce okuduğu bir şiirin belli belirsiz, sıralı sırasız dizeleri geldi aklına:

“Seni böyle seversem beni asarlar.”

tekrar duraksadı hatırlamaya çalışıyordu

“Dudaklarım çatlayınca susuzluğuna

Saat beş buçukta ipe çekerler beni.”

Nefret ederdi yüzünü her gün hırpalayan sabahtan ya da sabahın yalnız bu saatinden nefret ediyordu belki, bilinmez.

Yataktan kişisel temizliği için ayrıldığında unutmuştu giyindiği şeyi. Koridora çıkınca anımsadı ama dönemezdi artık, dönmek de olmazdı zaten insanın kendi davasından. Yürümeye devam etti koridorda. Uyanamamışlar, ayakta uyuyanlar, sayıklayanlar, sövenler, övenler, kendini kesenler, ayazın yüzünü kestikleri...

Herkes koridordaydı. Her sabah aynı şeyleri yaşamak ona bezginlik vermişti artık. Tuhaftır ki o kalabalıkta kimse fark edememişti üzerine ne giydiğini. Şaşırmadı buna. Burada herkes kördür biraz da dünyaya ve kendisinden başka herkese, her şeye. Kurallara uygun bir şekilde tıraşını olup odasına döndü. Çıkardı beyazları, giydi yeşilleri ve çıktı dışarı. Aç karına bir sigara yakıp ağaçlara bakmaya başladı. Bir uyanış başlamıştı onda ve bunu çam ağaçlarına borçluydu bu yüzden minnetle bakıyordu onlara. Yanaşıp birine teşekkür etti. Rica edercesine iğnelerini döktü çam. Güldü ve ağaca, iğnelerini döküp duruyorsun bir şeye, olabildiğini anlayıp mutlu olduğundan ama toplanman gerek, dedi. Biliyorsun sen de çünkü çam iğneleri ontolojik bir problemdir burada yeşil adamlar için.