bilincim açıktı, biri beni atıyla bir yere götürmeye başladığında. atın nallarından çıkan tık tık seslerle birlikte gözlerimin önüne değişik görüntüler geliyordu, parçaları birleştirmeye çalışıyordum. kanlar vardı yerde, biri atıyla yanıma yaklaştı. yeşil kanatlarım yerdeydi, biri beni kaldırdı yerden. şimdi ise parçaları birleştirmeliyim.

ben, cennetten düştüm, tanrı beni kovdu cennetinden. o kadar yüksekten düştüm ki, o kadar çok kovulduğumu hissettim ki yerdeki kanlar bedenimin değil, ruhumundu. ruhumun kanamaları, cennetten düşen bir perinin, yeryüzünün kirli toprağında. yeşil, ince kollarımın üzerinde gezinen dünya böceklerini hissettikçe, dünyada olduğumu anladıkça çok daha ağlamak geliyordu içimden.

tık tık, gidiyorum atın üzerinde biriyle. sarı saçlarımın kanla ve çamurla harmanlanmış olduğunu kafamda hissettiğim kirden anlıyordum görmesem de. yapış yapış ve rahatsız edici.

ben, periydim, tanrının cennetinden kovulmuş. beni kim götürüyordu öyleyse? insanoğlu, ne zamandan beri görüyordu benim cinsimi? tanrı bunu neden bize söylememişti? dünyaya sürgün edildiğim yetmiyor gibi, şimdi bir insanoğlunun elinde savunmasızdım.

kulaklarımda işittiğim sesler artık sadece at nalının sesi değildi, insan sesleri duyuyordum artık. birbiriyle gürültülü konuşan adamların sesleri, çocukların kahkahası ve koşturmaları, henüz tam ayılamamış boş zihnimin odasında yankı yapıyordu, çınlıyordu kulaklarımda.

ee, ama beni görmediler mi? çok yakın geçtik seslerin yanından, beni görmüş olmalılardı. hangi insanoğlu sıradan bir insanın atının üstünde yeşil kanatlı bir peri gördüğünde şaşırmaz, bu ne demez? görmediler mi beni?

atın ayak sesleriyle tık tık ilerledik. kuş cıvıltılarının sesi gittikçe arttı ve durduk. durduk mu? şimdi iniyor beni götüren kişi attan. beni kucağına aldı, yere yatırdı. bir yere gitti, adım seslerini duydum. bir süre sonra geri geldi. elindekiler birbirine değdiğinde ses çıkarıyordu, sonra o elindekilerle uzun saçlarımı kesti biraz sert bir şekilde. kan ve çamur olan saçlarımı. beni tekrar kucağına aldı ve ayağa kalktı, yürüdü.

kulaklarımdaki sesler boğuklaşınca ve tenime ani bir ürperme gelince fark ettim, su altındaydım. daldı daldı çıkardı beni. saçlarımdaki yapışkan yerleri elleriyle suyla temizledi, bedenimi iyice okşadı, narin bir nesneyi sabunla yıkar gibi yıkadı bedenimi. ruhumdaki kanamayı görmüştü o, kimsenin görmediği beni görmüştü. ruhumdaki kirleri gördü, ruhumdan akan kanlarla kirlenen yeşil bedenimi. belki bunu gördü, diğerleri görmedi. insanların yanından geçtik ama onlar görmediler. o bende kimsenin görmediğini gördü, acımı gördü.

beni saatlerce yıkadı o suyun başında, deri değiştirdim resmen, kovulma nedenlerimden arındırıldım. bunları düşünürken tekrar kapandı bilincim, kendimi suyun içerisine ve bu tanımadığım, görmediğim kişinin ellerine teslim ettim.

uyandığımda bir su kıyısına yakın bir ağacın altında uzanmış pozisyondaydım. gözlerimi açtım, baktım saatlerce yıkanan bedenime. kanatlarım gitmişti, açık bir renge bürünmüştü yeşil rengim, boyum daha uzun ve kulaklarım daha küçüktü. ben, insandım! eğer dünyadaki yaşamımı iyi sürdürebilirsem ve tanrı beni bağışlarsa tekrar cennete girebilirdim, kavuşabilirdim yaratıcıma...

aylar geçti, yıllara dönüştü. kent insanının arasına karıştım ve kendime iyi kötü bir hayat kurdum. eski bir bilgenin yanında şifacılık talebesiydim, ara sıra insanları iyileştiriyor ve öğreniyordum. ara sıra şiirler yazıyordum o beni yıkayan kişiye. o bende kimsenin görmediğini gördü, beni ruhumun acısından kurtardı, kirlerimden temizledi. şimdi ise eski bir barakada ona şiirler yazıyorum. muhtemelen aynı kentteyiz, belki birçok kez yanından geçtim veya onu da iyileştirdim ben aldığım şifacılık eğitimiyle, bilmiyorum.