İnsanoğlu, gözünü o sisli ve bulanık dünyaya açtığında ailesi tarafından yoğurulmaya açık bir hamur konumuna gelir. Öyle ki anne karnından bile başlardı bu yoğurma işlemi. Bunu örgüye bile benzetebilirdik. Lakin şöyle bir fark söz konusuydu; beğenmediğiniz bir örgüyü söküp baştan başlayabiliyordunuz. Şimdi işler biraz değişiyor. Bir bebek plasenta yoluyla beslenir. Çevresel etkenler (olumlu veya olumsuz durumlar) artık plasenta aracılığıyla bebeğin bir odalı zihnine yerleşir ve orada küçük bir oluşum başlar. O oluşum, bebeğin doğduğu andan belli bir yaşa kadar olan süreçleri kapsar. İşte o süreçlerin sonucu bir yılana dönüşür.


O küçük yılan, bir mıknatıs gibi her köşeyi çeker ve büyümeye devam eder. Şöyle düşünürsek küçük bir çocuk her durumda şiddet ve baskıya maruz kalırsa, ileriki yaşlarında da hayatındaki her insanı aynı ölçüde muameleye maruz bırakacaktır. Her çocuk bir aynadır. Kırık bir aynaya sahip olan anne ve babanın çocukları da bu mirasa ne yazık ki ortak olmak zorunda kalır.


İnsanoğlu derin bir kuyudur. O kuyu, insanın zihnidir ve içerisinde zehirli ve zehirsiz olmak üzere iki yılan taşır. Hangisini seçeceğine kendisi karar verir ve ölene dek onunla yaşamaya maruz kalır. Kötü bir durum yaşadığımızda, aşağılandığımızda ya da ayrımcılığa maruz kaldığımızda zehirli olan tarafımız bizden beslenmeye, zehirsiz olan kısım ise etkisizleşmeye başlar. Biz de yavaş yavaş özümüzü kaybetmeye başlarız. Tehlikeli nokta ise hayatımızdaki insanları da zehirlemeye başlıyor oluşumuzdur. Yıldırım ışığı harikulade görünüyor olabilir fakat bu, bir yere düşmeyeceği anlamına gelmez.


Embriyodan doğuş anına kadar taşıdığımız, adeta yakamıza iliştirilen ve rozet gibi damgamız olan o küçük yılan, bizi avuçlarına alan bir devdi. Küçük bir çayırda dolaşıyoruz. Papatyalar, güller, nergisler... Her biri cennet sandıklarından çıkarılmış gibiler. Gökyüzü adeta bir avuç inciden bile daha nadide, bulutlar yeni doğmuş bir bebeğin cildi misali. Oradan oraya bir çocuk enerjisiyle hareket ediyor. Kuşlar kanatlarını göğün yanaklarına çarpıyor lakin öyle hassas ki, tüy kadar hafif; öyle hürmetli. Sonra bir ses duyuluyor. Küçük bir hışırtı, belki çiçeklere çarpıp duran bir arı ya da kanatlarını serenat içinde havada dalgalandıran bir uğur böceği. Değil. Başı küçük, bedenini tıpkı sürgün edilmiş bir kölenin arsızlığı gibi dimdik tutmaya çalışan bir yılandı bu.


Doğa, bu sesten rahatsız oluyor. Gökyüzü, o lacivert elbisesini çıkarıp matem siyahlığına bürünüyor ve bulutlar, sanki aralarına ısırgan otu girmiş gibi hızla birbirinden uzaklaşıyor. Öyle bir yağmur yağıyor ki göğün delinmesi bile hafif kalıyor. Kuşlar hızla ağaç kovuklarına sığınıyor. Yılan, öyle keyifli öyle arsız ki çiçekleri adeta yoluyor. Derisi simsiyah, dili kağıt kesiği gibi çatallı. Yemyeşil çimenler birden siyahlaşıyor ve yılanın dokunduğu her yer adeta cehenneme dönüyor. İşte o cehennem insanın zihniydi. Yılan, yaptığımız kötülükler ve maruz kaldığımız enerjiden besleniyor. Artık başını ezmek için çok geç.


Zehirli yılan, yavaş yavaş damarları dolaşıyor ve damarları adeta çiğneyerek hayat enerjisini bitirmeye başlıyor. Derin bir nefes alıyoruz. Belki de nefesimizin bittiğini hissediyoruz. Lakin iyilik hala bir yerlerde. Belki bir işaret bekliyor. Beynimiz zehrin kokusunu alıyor ve çevremizi etkileyecek hareketler sergiliyoruz. İnsanlar bizdeki değişimi fark ediyor. Artık onlar için iyi, hoşgörülü ve pozitif değiliz. Yalnızlığın ilk tohumu atılıyor ve yavaş yavaş insanlar tarafından yalnız bırakılıyoruz.


Damarlarımızda gezinen yılan, başını gururla kaldırıyor. Bu, onun ilk zaferi.

Gözlerimiz kızarıyor, bedenimiz yalnızlık politikasını şiddetle reddediyor lakin bunun için geç. Kendimizi daha da yalnız bırakıyoruz, içe dönme durumu gerçekleşiyor ve elimizi adeta her şeyin üzerinden çekiyoruz. Kendimize bir süre zaman tanıyoruz. Bir süre yalnızlık ve belki de zihnimizin zehirden kurtulmak için yaptığı bir sessizlik savaşı.


Uzun süre önce kabuğumuza çekildiğimiz ve o güzel topraklardan kovulduğumuz yere dönmek için beynimizin uyanış vaktiydi. Ayağa kalkıyoruz, gözlerimiz hiç olmadığı kadar net ve diri. Onca vakitten sonra insanların arasına karışıyoruz. Başımız kendinden emin. Dik. Yılanın dimdik olan bedeni titremeye başlıyor, imparatorluk kurduğu damarlardaki tahtı sallanıyor ve işçi karıncalar gibi dağılan zehri ağır ağır kayboluyor. Beynimiz sanki bir çift dudak gibi ağır ağır titriyor. Bu, rahatlamanın ilk belirtisi. Sanki zehrin çekildiği yerlerde yeniden papatyalar, güller ve nergisler açıyormuş gibi. Öyle güzel, öyle nahif bir koku... Damardaki zehir bir böceğin güneşte kupkuru kesilmesi, bir çölün susuz kalmış derisi gibi oluyor.

Yılanın o kıvrımlı bedeni çığlık atıyormuş gibi gerilmiş ve yenilgiye hazır değil. Kendini tamamen geri çekiyor ve larva boyutuna geçene kadar kendini küçültmeye başlıyor. Gözleri kör olmuş gibi yuvalarında atlı karınca misali dönüyor ve dili eriyor. Kendini sindiriyor, kendini yeniden yaratıyor. Eserine lanet ediyor, yaratmaya çalıştığı durumdan asla memnun değil. Oluşum bitiyor ve bir karınca gibi damarların arasında kayboluyor.


İnsanoğlu, daha mutlu ve pozitif hissediyor. Kaybettiği yalnızlığın arkasından el sallamayacak kadar yalnızlığa tahammül edemiyor. İşte durum bundan ibarettir. Savaşmak yalnız toplarla, silahlarla edinilen zafer değil, bedenimize hükmeden zehre karşı tam bir mücadele içinde olabilmektir. Zihin dünyamızın huzuru, renkli bir dünyadan çok daha huzur doludur. Bunu ömür boyu korumak dileğiyle.