yalanların yılanlar kadar korkutmadığı zamanlardı;

boynumuza yalandan gerdanlıklar taktığımız,

dudaklarımızın kenarında sahte gamzeler

ve dilimizin uçurumundan düşen geveze kelimelerle yaşadığımız an...


ışık huzmelerini karanlıklarla boğup,

dibine ışık vermekten aciz

ve geleceğimize tek katkısı haciz olan mumlarla nice sevişmeler büyüttük; meyvesi piçe duran...


öyle uzak, öyle sinsi

öyle pis

ve şeytanı imrendirecek kadar habis,

dağları deldiğini sanacak kadar kibirli,

asi;

tanrıya, doğduğu günden beri küs,

evren denen koca kilimde; bir kenarda küçük bir süs,

oysa kendini kilimden önemli farz eden

yaratıklarız biz...



yalanların koynuna anadan üryan girmiş,

her rengine bulanmışız.

Pembesine, beyazına yüz sürerek derin derin,

tanrıya sırt dönüp; ama onu da şahit ederek nice yeminleri kurban etmişiz,

boğazına bıçak dayayarak gerçeklerin...



yılanların yalanlara tapanlardan korktuğu zamanlardayız.

Kuyruk acılarından daha da acısı bu.

Sütün tadı kesik,

mayamızsa küf tutmuş çoktan

ve aziz değil kimse artık;

bu yolda yalnızdır su.

kemiğimiz ete büründüğü günden beri

her yanımız eksik, her yan kusur.

Oysa ne mutluyuz içinde debelendiğimiz boktan,

arınır mıyız acaba bin defa üflense sûr ?