Kapı çaldı, büyük sevinçle aynı zamanda yarım kalmış konuşmamızın sitemiyle koştum. Açar açmaz, böyle bir anda kalkıp gitmelerini hiç sevmiyorum senin. Bu yüzden koca bir demlik çay demledim, bitmeden kalkamazsın Yıldız Hanım dedim. Ayakkabılarını çıkarırken gülümseyerek yüzüme baktı, hoş geldin de yok dedi. O kadar işinin olduğunu, zor durumlar yaşadığını bilmeme rağmen sitem ettiğim için utandım. Yanaklarımın kızarıklığı eşliğinde çekingen bir ses tonuyla hoş geldiniz hanımefendi dedim. Harıl harıl yanan sobanın başına geçtik. Ellerini ısıttı biraz. Benim gibiydi, yazın bile üşürdü elleri. Tabii bu nedenle kansızlar sizi diye iltifatlara(?) maruz kalırdık bazen. Sürekli bir şeyler yedirme çabaları da cabası… Alışmıştık artık ki aileler de kalabalık olunca bu durumlar daha da fazla oluyor demekti bizim için. Tüm bu kalabalığın içinde bazen kendi bazen birbirimizin köşesine çekilmekti bizimkisi. Biz birbirimizi bir arayışın içinde bulduk. Lâkin ne ben onu arıyordum ne o beni. Kendimizi ararken birbirimizi bulduk. Yolun sonu her zaman kendine çıkmaz. Bambaşka biriyle karşılaşırsın bazen ve aslında o kişide de senden bir parça vardır. Aramızdaki muhabbetin doğuşu bundandır belki…

Dalıp gitmişiz sobanın başında, göz göze gelince fark ettik. Derin düşüncelerin arasından sıyrılma vakti geldi, hani çay yapmıştın koca bir demlik, yanına neler yaptın bakalım dedi. Masamızı hazırlıyorum hanımefendi ama çayın başında yine derinlere dalarız biz bilirsin dedim. Çok iyi bilirdi. Kalkamazdık bazen altından, öyle sessizce dalıp gider sonra göz göze gelir gülümserdik birbirimize, sanki ruhlarımız yolculuğa çıkmış da orada sohbet etmişler gibi… Sevmek-sevilmek, değer vermek-almak, güvenmek-güvenilmek evet bambaşka duygular ama iki insanın birbirini anlaması çok daha başka. Maalesef günümüzde anlamak-anlaşılmak öyle zor ki hatta belki de imkânsız. Biz imkânsızı başarmıştık diyebilirim.

Hazırladım masamızı, tatlı ve tuzluyu yan yana çok severdi. Tuzlu kurabiye ve bol çikolatalı kek yaptım. Çaylarımızı doldurdum, öyle güzel demlenmişti ki tam tavşankanı. Limonum nerede dedi. Çaya limon atmaya da alıştırmıştım. Unutur muyum hiç hemen getiriyorum dedim. Hızlıca düşüncelere dalabilme özelliği vardı, öyle de olmuştu; iki adımlık mutfaktan döndüğümde bir baktım çayla derin derin bakışıyor hanımefendi. Tüh, demli olmuş biraz şimdi bakınca karşıdan beni görmezsin dedim. Gülüştük. Sonra kısa süreli bir sessizlik hâkim oldu masamıza. Bu sefer sessizliği Yıldız Hanım bozdu. Evet hanımefendi, geçen sefer sorunu cevapsız bıraktığım için sitem ettin bana ama biliyorsun ki o an gitmem gerekiyordu. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim dedi derin bir nefes alarak. Heyecanlandım, toparlanıp dizlerimin üzerine oturdum. Hadi başlayalım dedim.


‘‘Sen hiç kendine doğru bir yolculuğa çıktın mı, çıktıysan varabildin mi, vardıysan sonuç seni mutlu etti mi?’’ demiştin değil mi? Çıktım elbette. Hâlâ devam ediyor yolculuğum, ölene dek de devam edecek muhtemelen. Çünkü her zaman farklı bir şeylere rastlıyorum. Yeni düşünceler beliriveriyor bazen. Hatta yeni yüzler çıkıyor karşıma. Kâh şaşırıyorum kâh sinirleniyor kâh mutlu oluyorum. Bu yüzden vardım diyemem yahut mutlu-mutsuz oldum da diyemem. Ama bu yolculuğa çıkmak mutlu etti diyebilirim. Kişinin kendini bilmesi, kendini aramaktan geçer. Çiçekli bir yol değil elbette. Geride bıraktıklarıma çok bakan biri de değilimdir lâkin aştığım o engeller güç verdi hep. İnsan zıtlıklarla anlıyor her şeyin değerini. Varlığın değerini yoklukla anlıyor… Gözyaşı olmazsa kim anlar gülmenin değerini? Hayatımda olan biten her şeye böyle baktım, çıktığım bu yolculukta da. Bu nedenledir ki pişman olmadım. Hayat hep bir macera, kendimize olan yolculuğumuz da bu maceranın bir parçası ve ben kabullenmeyi bildim, öğrendim zamanla. Herkesin her şeyi yapabileceğine inandım. Tabii olan bitene de şaşırmayı bıraktım. Hâl böyle olunca yolculuğumun seyri değişti. Başta kocaman, çiçekli bir bahçede buldum kendimi. Çiçeklerin kokusu etrafımı sarmış başımı döndürüyordu, mest olmuştum. Kollarımı açtım, etrafımda dönerek gözlerimi kapattım ve kendimi çiçeklerin kollarına bıraktım… Kelebekleri, çiçekleri, toprağı, tenimde gezen saçlarımı savuran havayı hissediyordum. Hülyalara dalmıştım bir süre, tabii çok uzun sürmez, sürmedi. Gözlerimi açtığımda bir kuyunun dibindeydim, zifiri karanlıktı. Korktum ilk önce ama ilk düşüşüm değildi biliyordum. Kaç defa çırpındıkça battın sen, yine çırpınacaksın battıkça çıkacaksın dedim kendime. Yolculuğumu heyecanıyla, korkusuyla, sevinciyle, hüznüyle seviyorum. Bu düşüncem bir bakmışsın değişmiş, değişebilir. Hayatın akışı bile hiçbir zaman aynı değil ki. Karadutun lekesini yalnızca kendi yaprağı çıkarır, insan da böyledir; derdinin dermanı yine kendindedir derler. Kendine yara olmayı da merhem olmayı da yine kendi seçer insan…

Bak yine nerden nerelere geldim, konuşmaya başlayınca susmuyorum biliyorsun."


Doğruldum, daldığım yerden çekip çıkardım kendimi, derin bir âh çektim. Konuş, sen hep konuş dedim. Öyle ya sen konuştukça kendimi buluyordum sende...