Güneş ufukta sessizce kendini yitirirken yıldızların gösterisi başlıyordu memleketimin tepesinde. Bu eşsiz gösteri sadece benim dikkatimi çekiyor olmalıydı. Nitekim benden başka kimse izlemeye gelmemişti. Köyümün biraz ilerisindeki küçük tepeye çıktım. Sırtımı bir meşe ağacına dayayıp boşluğu karşıma aldım. Ay, sanki başka bir tepenin üzerinde durmuş, beni seyrediyordu. Bayat ot kokusunu içime çekerken cırcır böceğinin çıkardığı o hoş melodiyi hissediyor, ona eşlik ediyordum. Gözlerimi kapatıp düşlemeye başladım.


Doğruldum. İçimdeki ses ormanın derinliklerine giden patikaya yürümem gerektiğini söylüyordu. İstemesem de yürümeye başlamıştım bile. Artık cırcır böceğinin sesi uzaktan ve boğuk geliyordu. Karanlıkta beni izleyen korkak gözler parıldıyordu bazen. Nereye, niçin yürüdüğümü bilmiyor, dilime doladığım bir ezgiyle ilerliyordum. Ağaçlar azalıyor, beni izleyen küçük gözler dağılıyordu. Uzakta onu gördüm. Adımlarım hızlandı. Yüzünde soluk bir gülümseme, üzerinde toz konmamış beyaz bir elbise, çevrede hiç çiçek olmamasına rağmen elinde bir demet papatya... adeta gökten inmiş beni bekliyordu. Yaklaştım. İstemsiz ve nedensizce söze giriştim:

— Sen yaşıyor musun?

Karşılık vermedi. Sadece gülümsüyordu. Yaklaştıkça kendimi ona uzak hissediyordum. İstediği olmamış bir çocuk hüznüyle sadece bakabildim. Yüzü normalden daha güzel, elleri daha zarif, gözleri daha çocuksu bakıyordu. Bu kadar yakınken onu bırakmak istemiyordum. Güç bela büyük bir adım daha attım. Bir şeyler söyleyecekmiş gibi dudaklarını araladı. Aniden kayboldu, gökyüzünden bir yıldız daha kaydı.


Kulağıma böcek sesleri daha net geliyor, meşe ağacı sırtımı tırmalıyordu. Gözlerimi açtım. Köyümün üzerindeki yıldız gösterisi bitmiş ve ben alkışlamayı unutmuştum. Nasılsa yarın yine geleceğim diyerek kalkıp üzerimi çırptım. Birkaç metre ötede yaklaşık iki aydır uyuyan sevgilimin üzerindeki beyaz papatyaları suladım.