Yirmi dört yaşım gibi ucu belirsiz bir yokuşu tırmanıyorum şimdi. Yalnız dibine yeten cılız ışıklarıyla kimisi hepten sönmüş sokak lambaları bana eşlik ediyor. Yıldızlar bir görünüp bir kayboluyor. Gecenin bu saatinde şehrin, içinde bulunduğum bu muhafazakar kısmı uslu çocuklar gibi erkenden uyuyuverir. Güz rüzgarları bir beşik gibi sallıyor şehri. Usul, ıslıklı bir ninni tutturmuş. Sarı yapraklı, tozlu topraklı bir anafora dalıyorum. Yokuşu çıktıkça rüzgar beni gerisin geri itmek ister gibi sertçe vuruyor gövdeme. Başımı eğiyorum. Eprimiş yeşil yün paltomun yakalarını kulaklarıma çekip kafamı bir köstebek gibi içine gömmeye uğraşıyorum.


Cebimde yüz liram var. Kırk lirayla peynir alsam...

 

Ben bu bayırı, diyorum, sigarayı bıraktıktan sonra çıkmaya başlamalıydım. Bu hayat yürüyüşünü, tüm yüklerimden arındığım bir günde yürümeliydim. Ya da tüm bunların olmasını beklemek yerine, sayın tanrımız, bir şeyler yapabilirdi. Bu bir isyan değil, bir karşı çıkış da değil, bir merak.


Zamanın kayganlığında akıp giden bir böceğim. Kendimi bir buğunun içinden fark ediyorum. Bir buğunun içinde benliğim.


Cebimde yüz liram var. Sigarayı bırakamadım.


Bu sokak lambaları, birer lamba olmaktan ziyade, birer umutturlar. Her bir sokak lambası, her bir sokak lambasının ışığı, yansıdığı pencereye huzur götürür beraberinde ve umut. Karanlığı parçalayan her şey, biraz umuttur. Yirmi dört yaş düşünceleri bunlar mıymış, diyorum. Mini mini bir kızken de, yetişkin bir kadınken de korktuğum şey: karanlık.


Kemikleşmiş bir heves, bükülmeyen. Kaygılı bir yaşayışın ardında bıraktığı. Kaygılı bir yaşayamayış yahut. Kopuk düğmeler gibi iliklenemeyen günler.


Ancak en korkunç olanı özün kararmasıdır, diyorum. Hiçbir ışığa fırsat vermeyen, tüm aydınlıkları kendi karanlığında boğan, ruhun tüm kıvılcımlarını soğuk bir nefesle söndüren bir karanlık bu.


Cebimde yüz liram var. Muzun kilosu on iki lira.


Kâh yıldızlı kâh yıldızsız gök mütemadiyen dönüp duruyor, tüm çelişkileriyle, tüm bulutlarıyla, tanrılarıyla, melekleriyle dönüp duruyor, dönsün. Şu bayır da bir gün tersine dönsün.


Sık adımlarla çıkmaya devam ediyorum yokuşu, ara ara dip dibe girmiş evler, önlerinde sağ veya sollarında yer yer sokak lambaları, birkaç görünmeyen ağacın hışırtısı, başı önüne eğik yokuş çıkan ben... İşte çevrem, işte ben. İğreti duruyor burada her şey. Korkunç bir yabancılık duyuyorum. Tüm gövdem soğuk bir demire sarılmış gibi titriyor. Gece sürüyor, Tanrı'nın değirmeni dönüyor, altta kalanları öğütüyor.


Ben hala dünyaya gelemeyen bir küçük damlayım. Nikahla onanmış bir arzudan evrildim. Ben, Tanrı'nın yaratıp neden sonra kafası esince kurallara, kaidelere bağladığı doğanın özündeki birleşimin saf ürünüyüm.


Neydi o adamın adı. Sisifos? Bir kayayı yuvarlaya yuvarlaya bayırdan çıkıyordu hani. Ondan tek farkım, benim doğrudan o büyük kaya parçası olmam ve bir kaya parçasının kendi kendisine dik bir bayırı çıkması şimdi.


Cebimde yüz liram var. Hafta sonu sinemaya mı gitsem, yarım kilo kıyma mı alsam...


Yolun karşısında bir silüet görüyorum, bir kadın. Benimle aynı yokuşu çıkıyor, ahenkli. Yanımda bir destek hissediyorum o an, ağırlaşmış bedenimi arkadan iten bir güç sanki bu kadın. Oysa elleri ceplerinde, başıysa tıpkı benim gibi önünde ve beni gördüğünden bile şüpheliyim.


Çiçeklerin kokusunu alabilen var mı? Peki ya çiçeklerin adlarını bilen? Efendim, şu ağacı tanıyor musunuz? Ben ismini bilmiyorum.

 

Fırtına şiddetini arttırdı. Kuşları uyandırdı. Kuşlar kabaran tüyleriyle karanlık göğü çığlıklarıyla yara yara geçiyorlar. Ağaçların dalları çatırdıyor, dalları kırbaç gibi şakıyor, secde eder gibi sert gövdelerinden yerlere kadar eğiliyorlar. Yapraklar aralarında bir şeyi tartışır gibi fısıl fısıl. Onlara eşlik eden fırtınanın keskin ıslığı. Şeytanın ıslığı gibi bir şey bu. Günahtan korkan bu semte bir günahı çağırıyor gibi. Uzak diyarlardan getirdiği şehveti, kibri, yalanı kendi özlerinde bunlardan bir dirhem bile bulunmadığını sanan, evlerinde dua okuyan insanların üzerine bırakıyor, onlar ise bu kötülükten korunmak için korku içinde gece boyu dua ediyorlar; dünyada refah içinde yaşayan kimseler günahsızmış gibi başlarına gelen bu musibetin kendi işledikleri yahut çevrelerinde işlenen bir günahın cezası olduğunu düşünüp Tanrı'ya yakarıyor, tövbeler ediyorlar. Dört katlı, iki oda bir salondan ibaret apartmanlarının yatak odalarında yatan bu insanların zorla şehirlileştirilmiş zihinlerinin içinde türlü türlü düşünceler dolanıyor. Büyük şehirden gelen üniversite öğrencilerinin ahlaksızlıkları, gençlerin azıtmasından, büyüklere saygının kalmamasından oldu hep bunlar. Ama bunlar yalnızca yüzeye yansıtılan. Bir kurt gibi içlerini kemiren günahlarını düşünüp titriyorlar. Bir adam, ağır ağır soluyan karısına arkasını dönmüş yatarken diken gibi açık gözlerinin ardında geçmişteki bir günahı seyrediyor. Tövbe ediyor. Şehrin tenha kısımlarında, dar sokaklarındaki rutubetli, virane bir ev. Yirmi, yirmi bir yaşlarında genç bir kadın kucağında, olgun meyveler gibi iri göğüsleri avuçlarında. Bunları düşünürken tutku onu tuzağına düşürüyor, bir zevk onu ele geçiriyor tekrardan. Tövbe ediyor. Karısının ağır soluğunda teselli buluyor. Korkmayın, diyorum içimden. Tanrı sizi helak etmeyeceğine dair söz verdi.


Bu şehirde ezanlar o kadar yüksek sesliydi ki insanlar ezan sesinden kendi vicdanlarının sesini duyamazlardı.

 

Ayaklarım zeminde sabit kalmakta zorlanıyor artık. Rüzgar yüzümün açık kısmına çalı, çırpı, çakıl taşı, toprak, ot, yaprak ne varsa çarpıyor. Alnımın köşesinde bir acı, derimin üzerinden soğuk terime karışan ince bir kan dudağıma doğru akarak tuzlu bir tat bırakıyor bana. Yutkunuyorum. Acı soğuğun arasında burnuma yakınlarda bir deniz varmış gibi iyotlu bir koku geliyor. Gece olmasaydı eğer şu yokuştan manzara görünür müydü? Artık herhangi bir manzara görünebilir miydi?


Kafamın içinde bir saat, hep bir gecikmişliği çalar.

 

Sonra birden fırtına elini eteğini topluyor. Zemin yerine oturuyor. Ağaçlar bükülen bellerini kaldırıyor, ağaç dalları vuruşmalarına bir son verip barış ilan ediyorlar, usulca dolanıyorlar birbirlerine. Rüzgar ağır bir nefese dönüşüyor. Tıpkı gece günahını düşünen adamın karısının soluğu gibi. Tanrı, onları ve azıtan tüm ademoğlunu affetti, tövbeleri kabul oldu. Gecenin diktiği korkular şafak söktüğünde her şey bir bir unutulacak, fırtınanın kamçı gibi inen soğuğu yerini ılık bir güz sabahına bırakacak. Güneş altında işlenen tüm günahlar daha bir hoş, daha bir tatlı gelecek onlara. Tıpkı fahişenin iri göğüslerinin kırık panjurlu pencereden sızan gün ışığında parlaması gibi.

 

Kuşlar tam yeniden uykuya dalacakları sırada gün ışımaya başlıyor. Bu kez korku dolu çığlıklar yerine şen sabah şarkılarını söylüyorlar, onlar da unutuverdi fırtınayı.

 

Cebimde yüz liram var, Paris'i hiç görmedim.


Yaşamayı o kadar çok seviyorum ki bir gün bu hevessiz, renksiz, bomboş geçen bir yaşama tahammül edemediğim için öleceğim.




Not: Bu öykü hayat arkadaşım Tahir Durmuş ile doğaçlama yazdığımız öykülerden biridir.