Birini biraz geçip ötekine biraz yaklaşırken, hiçbir kentin sınırlarına dahil edilmemiş, iki kent arası taş ve çimento taşınmamış o kocaman yokluklarda kayboluyor gözlerin. Artık akıp giden yol ya da zaman değil, otobüs hiç değil… Sensin. Geride kalan her ağaç, çalılar arasında göremediğin her yılan, sana “burada kim yaşıyor ki” diye sordurtan ufuktaki yapayalnız kulübe, hepsinin üzerinde parıldayan güneş ya da hepsini kara bir battaniye gibi örten gece, her biri ama her biri sana eklemleniyor. Dünyayla birsin şimdi, onu sözcüklere bölen kültür yok burada, her taşın altına merakla bakan insanlar da. Bir şey anlatmak, içini dökmek gereği duymuyorsun. Çünkü bu akış seni kendine çoktan kattı. Gözlerin yorgunlukla kapanıp dünya seni kendi bilincinin derinliklerine terk edecekken başın otobüs camında sekti. Canın acımadıysa da hiçliğin içinden fırlayıverdin. Çevrene baktın, yanındaki yolcu bu diyarları çoktan terk etmiş, uyuyor. Sen ise yine kendi bedenindesin; yollarla kaçamayacağın o etten ve kemikten içresin. Camdan dışarı bakıyorsun sonra. Can sıkıntısı seni buna itiyor. Uykun yoksa da gözlerin uzaklara dalıyor. İşte akış seni orada yakalıyor. Orada sorgusuz sualsiz bir parçası kılıyor seni bu dünyanın.


Artık ayrıntıları görmüyorsun. Başından aşağı sular çağlıyor sanki, gözlerinin hemen dibinden ve her şey bulanık. Buzlu camların berisinden bakıyorsun dışarıya, yarım yamalak biçimleri ve birbirine karışan renkleri görüyorsun. Kimi acılar ve sevinçler kendilerini senin zihnine dayatıyor. Seni sen yapan yığınla şey varlığını hatırlatma gereği duyuyor. Gelgelelim akış buna izin verecek değil. Zihnin uyuşuyor, bellek çoktan terk etti bu zamanı, sen artık sen değilsin, Lethe’nin sularında yunup da gelmiş, geçmişi olmayan bir hiç kimsesin. Yeniden doğdun, gelgelelim öldüğünü anımsamıyorsun bile, akış yırtıp attı o eski seni. Peki nerede şimdi o eski deri, o nice mevsimler atlatmış yılan gömleği, etine atılmış onlarca çentik… Ne sen ne de bir başkası bulabilir onları.


Koridorda muavin, önünde keklerle ve içeceklerle dolu arabasıyla giderek size yaklaşıyor. “Ne alırsınız?” sorusu birazdan sana varacak. Neyse ki akış yardımına koşuyor. Gözlerin kapanıyor tekrar, ancak bu sefer uykuya değil… Muavin seni ve yanındaki yolcuyu es geçiyor. Arabasının tekerlekleri, otobüsün motor sesi, yol kenarından hızlıca akıp giden o ormanlardaki nice hayvanın ayak sesleri… Artık hepsi zihninde atıyor. Gözlerin kapalı olsa da hepsini görüyorsun, daha da önemlisi duyumsuyorsun. Akış artık zihninde.


Göz kapaklarının altında bir kıpırtı… Dışarıdan bakan birisi bunu gözlerinin hareketine yorabilir. Yanlış da değil. Ancak gördüklerini anlamalarını bekleme. Onlar senin göz kapaklarından içre karanlık bir duvara baktığını akıllarına getirirler en fazla… Oysa sen bambaşka şeyler görüyorsun. Belki özü, hakikati, kimselere anlatamayacağın, yazamayacağın ve seni aşan, hepinizi aşan bir şey görüyorsun… Zihnine ve içine dolup taşıyor bu şey, gözkapaklarının altında bir şey katbekat büyüyor, sonra sızıyor dışarı, ötekilerin gözyaşı diyeceği ama sana göre bambaşka, sözcüklerle anlatamayacağın bir şey…