"İnsan varoluşu bir tür hata olmalı." (Arthur Schopenhauer)


Yoruldum dostum. Yeşil Yol filmindeki dev adam gibi derin derin hissedip serin serin susmaktan yoruldum. Tüm acıları hissederek devleştikten sonra öksüz ve yetim bir çocuğun kırılganlığında dağılarak kendi içine göçmekten yoruldum. İçimdeki obur kara deliğin sonsuz ağıtları yutmasından…


Başkalarının acılarını onlardaki ağırlığına eş hissediyorum. Ateş düştüğü yeri yakmıyor sadece, beni de yakıyor aynı derecede. Anlık bir acı eşleşmesinin de ötesine geçiyorum, sevincin ve mutluluğun ardından gelecek yakıcı üzüntüyü ve ezici mutsuzluğu da görüyorum insan yüzlerinde. Aynı anda. Şimdinin ve sonranın sahneleri birbirinin üstüne biniyor.


Bir bebeğin tatlı gülümseyişinde acı dolu ağlama duyuyorum. Bir çocuğun neşesinde sarsıcı hayal kırıklığı görüyorum. Sevgililerin birbirlerine aşk dolu bakışlarında ayrılık, kahır, tükeniş okuyorum. Birbirine kenetlenmiş o sıcak ellerde gelecekteki yalnızlığın kuru soğuğunu duyumsuyorum.


Bir annenin/babanın çocuğuna şefkatle sarılışından toprak kokusu alıyorum. Filmi ileri sarıyorum, toprak altına giren sayısız insan görüyorum her gün. Canlılıklarında çürümenin kurtlanmış kımıldanışını seziyorum. Hepsi de yanımdan geçip gidiyorlar. Toplu taşımada yanıma, karşıma oturuyorlar; hatta konuşuyorlar benle.


Hepimiz ertelenmiş birer ölüyüz. Ertelenmiş kaybeden, ertelenmiş enkaz, ertelenmiş yok oluş… Ertelenmiş kıyamet! Vadesi uzatılmış huzur, refah, sağlık, dinginlik yaşıyoruz. Vadelerin bittiği anları görüyorum dostum. 


“İnsana yapılacak en büyük kötülük onu bir umudun içine hapsetmektir.” dediği gibi Jean François Lyotard’ın; umut, kendimize özenle inşa ettiğimiz bir hapishane sadece. Mutluluk dediğimiz şey mutsuzluklardan kaçırabildiğimiz anlardan ibaret. Sevinçlerimiz, hüzünlerden kaçıp saklandığımız bir kuytu köşe. Sobelenmek garanti. 


Gerçek olan tek şey acı. Neşeler, coşkular, keyifler, sonsuzmuşçasına sevmeler, dipsizmişçesine gülmeler, hepsi, hepsi de o büyük acının üzerindeki yaldızlı kaplamalardan başka bir şey değil. Dökülmesi garantili. 


Yoruldum dostum. Sahnelerin sonrasını görmekten yoruldum. Gülen bir yüzün ağlamasını, sevdiğine sarılan kolların boşluğu kucaklamasını, sağlıklı ve güçlü bedenin hastalıktan eriyip tükenmesini, kalabalık çevrenin ıssızlaşmasını, bilgeliğin cahillikte boğulmasını, huzurun kuruntularla ufalanmasını, ustalığın acemileşmesini, başarının yenilmesini, direncin boyun eğmesini, özgürlüğün esir düşmesini, aklın ve mantığın delirmesini, yapılanın yıkımını görüyorum gerçekleşmeden. 


Bir annenin şefkat dolu ninnisi yürek kazıyan bir ağıda dönüşüyor. Kulaklarım patlayacakmışçasına ağrıyor. Bir kavuşma son vedaya evriliyor, eller boşlukta sonsuzca sallanıyor. Uzağa gönderilen biricikler tabut içinde dönüyorlar geriye. Güzel duygularla örülü bir şarkı cenaze marşına dönüşüyor, musalla taşı ortadan ikiye yarılıyor yüksek desibelden. Tümsekleşmiş mezar toprağı sarsıntıdan yol yol dökülüyor. Mutlu aile tablolarının renkleri ölüyor. Aile içi huzur aile içi şiddete yuvarlanıyor.


Oturuyorum bankına bir parkın yorgun argın. Bir kedi geliyor, dostça bakıp ilgiyle miyavlıyor. Okşuyorum. Başını ellerime, paçalarıma sürtüyor; kuyruğu kıvrımlanıyor. Sonra yine sevgiyle bakıyor. Soğuk ve yağmurlu gecede açlıktan sağda solda dolanırken görüyorum onu. Sığınacak sıcak bir yer arayıp bulamazken. Kimse fark etmediği veya ilgilenmediği için hastalıktan azar azar öldüğünü görüyorum, yardımsızlığa hapsolduğunu. Süratle gelen sorumsuz bir arabanın altında kalıyor ya da. Bakıma muhtaç yavrular annesiz kalıyor kimsenin bilmediği, görmediği bir kuytu köşede. Hepsi de açlıktan, susuzluktan küçük küçük ölüyor buz gibi soğukta.


Sahnelerin sonrası gerçekleşiyor, sarsılıyorum, kendi üstüme yıkılıyorum. Öngördüklerim gördüklerime dönüşüyor. Acısı, ağrısı, sızısı, çaresizliği, şansızlığı, çıkışsızlığı, çözümsüzlüğü, yarası, yangını, yıkımı içime işliyor; içimi yarıp geçiyor. Kalpleri bende atıyor hepsinin. Onlar gibi hissediyorum. Onlardan biri oluyorum. Aynı varlığın iki farklı bedendeki varoluşuyuz artık.


Yüksek yüksek hissetmekten yoruldum dostum. Bu yakıcı yükü taşımaktan çok yoruldum, yıprandım. Bu sonsuz yoğunluğa ruhumda ev sahipliği yapmaktan… Dondurma reklamlarındaki kaşığın yaptığı gibi yüzeyden büyükçe bir kabuğu kaldırırcasına göğsümün oyulmasından defalarca… Her varlığın acısının birebir yansıması olmaktan…


İnsanların bitmeyen kavgalarının savaş alanı olmaktan çok yoruldum, çok bıktım dostum. Baltalarını gömmüş, yerlerini de unutmuş bir savaşsız olarak savaş manyaklarının arasında kalakaldım. Basit, küçük ve geçici sorunlardan karmaşık, büyük ve kalıcı nefretler çıkartan çığırtkanların arasında denge kurmaya çalışmaktan tükendim. Savaş tamtamlarını delirmişçesine çalanların çıkarttığı gürültüde kendimi duymaz oldum. Bir kibritle gemileri yakanlara filika olmaktan, ilk fırsatta köprüleri atanların arasında halat olmaya çabalamaktan, pire için yorgan yangını çıkartanlara itfaiye hortumu olmaktan usandım. Tüm hesaplaşmalarını bitirmiş hesapsız kitapsız yaşayan biriyken ben, hesaplaşmalarına yeni başlıklar açma şehvetine düşmüşlerin, intikam fetişistlerinin atış sahasında hedef tahtası gibi durmaktan… Risk gerilimi artmış, elektrik yüklü ortamlarda paratoner olmaktan… Geçmişten bugüne özenle taşıdıkları küslüklerini sonlandırmak için arabulucu olmaya çalışmaktan, arayıp da bulamamaktan… Ergenliği bitmemiş yetişkinlerin atarlanmalarından tiksindim, yoruldum, usandım.


Küçük şeylerin dünyasında nesneleşen, çerçöple uğraşıp hayatı kaçıran, her şeyi öteledikleri halde hiçbir öteye varamayan, bin kez düşünüp aldıkları kararları kıytırık nedenlerle pat diye iptal eden, geçmişin tüm hafriyatını sırtında taşımayı marifet sanan, tüm boş ve aptalca davaların ateşli avukatı olan, dar ve tekil bakış açısına göre yargı dağıtan, anlamsız hedefleri yüzünden bugünü ısrarla ve inatla ıskalayan, isteksizliğin vücut bulmuş hali olarak heykel gibi katılaşanları idare etmeye çalışmaktan eskidim, eksildim.


Heykelleşenlere inat her şeyi sürekli değiştirme takıntısının elinde oyuncak olmuş, değiştirmezse yaşadığını anlamayan, değiştirmemeyi yaşamaktan saymayan, bir günde bayraklaştırdıklarını ertesi gün ayaklarının altına alan, yerin dibine soktuklarını ani bir kararla zirveye taşıyan ve tüm bunları otoriter bir ebeveyn gibi dayatan saplantılılardan usandım. Charles Baudelaire’in “Bu yaşam her hastası yatak değiştirme saplantısına kapılmış bir hastanedir.” sözündeki hastaneye yatış işlemi yaptırmış herkesten… “Gerçekten de ölçüsüzce ve acımasızca yoruyorsunuz beni.” dediği gibi şairin, yoruldum.


Adaletsizlikten, eşitsizlikten yoruldum dostum. Birkaç günlük bebeğin cami avlusuna terk edildiği sırada başka bir evde bir bebek anne ve babasının sevgi dolu bakışları altında sıcak beşiğinde güven içinde mışıl mışıl uyuyor. Bir çocuğun parmaklarının çöpteki karton ve plastik atıklar üzerinde gezindiği sırada başka bir yerde bir çocuğun parmakları piyano tuşlarında geziniyor. 


Sokakta dilendirilen bir çocuğun soğuk ve kirli ellerine birkaç kuruş para düşerken başka bir çocuğun ellerine harika bir hediye bırakılıyor. Genç bir erkek, trafik ışıkları kırmızıya döndüğünde elindeki süngerli çekçekle lüks bir spor arabanın camını silmek için yaklaşıyor. Arabada kendisiyle yaşıt bir genç erkek, peri güzelliğindeki kız arkadaşıyla hayran hayran bakışıyor. Camın silinmesi dikkatleri dağıtıyor, romantik bakışma bölünüyor, direksiyondaki erkek hoşnutsuz bir bakış atıyor dışarıdaki yaşıtına. İki dünyayı köpüklü cam ayırıyor.


Bir baba markette çikolata, bisküvi, şekerleme raflarını teğet geçiyor. Evine geldiğinde çocukları heyecanla koşup ona sarılıyor. “Baba, bize ne aldın?” sorusu babanın boğazını taşlaştırıyor. O anda başka bir baba evine giriyor, çocukları koşup bacaklarına sarılıyor. Çocuklar yanıtını bildikleri soruyu sormuyorlar. Baba, elini poşete daldırıp çıkarıyor. Parlak ambalajlı çikolataları gösteriyor gülümseyerek. 


Huzurevinde bir yaşlı için bayram sabahının diğer sabahlardan hiçbir farkı yokken başka bir yerde bir yaşlı, torunlarıyla çevrelenmiş koltuğunda bulutlara yaslanırcasına keyifle oturuyor.


Bir kedi çöpte çürümüş ve kokuşmuş gıdalar arasında kötünün iyisini seçmeye çalışırken başka bir kedi kalorifer önündeki rahat yatağında uyuyor midesi bilmem kaç vitaminli mamayla doluyken. Bir yavru köpek ıslak ve çamurlu karton kutuya doğarken bir diğeri yumuşak ve sıcak minderde başlıyor hayata.


Bu uçurumlara bakmaktan, düşüp durmaktan yoruldum dostum. Bu zıt kutuplar arasında sarkaç gibi sallanıp sağa sola çarpmaktan ezildi her yanım. Bu eşitsiz, bu karşıt, bu apayrı dünyalar arasında çarpılmaktan yıprandım.


Dijitalizmden yoruldum dostum. Hayatı kolaylaştırsın diye alınan elektronik cihazların zorluk çıkarmalarından, değerli zamanları çalmalarından, baş başa sohbetleri sık sık bölmelerinden, bozulup/takılıp durmalarından, bitmeyen güncellemelerinden ve ayar yenilemelerinden, insanı hep bir şeyleri tercih etmeye zorlamalarından, sürekli soru sormalarından, otoriter ve tavizsiz bir öğretmen gibi sürekli uyarmalarından, sıkıcı hatırlatmalarından, ardı arkası kesilmeyen bildirimlerden/bildirim isteklerinden, sağanak gibi yağan önerilerinden, el kadar cihazların eline muhtaç hale gelmekten, tüm bu zorunlulukların dışında kalmanın olanaksız hale getirilmesinden, yapay zekanın insanlığı ele geçirme sürecinin başlangıcına tanık olmaktan sıkıldım.


Sömürü düzenine isyan etmekten yoruldum dostum. Bir kereliğine gelinen hayatı bozuk para gibi harca(t)mak üzerine kurulu bu rezil düzende yaşamaktan usandım. İnsanı metalaştırıp makinenin değiştirilebilir parçasına dönüştüren, işe yaradığı sürece dibine kadar kullanan, işi bitince kenara ayırıp bir an önce ölmesini bekleyen, yenilere yer açmak için eskilerin elden çıkarılmasını normal gören bu vahşi sistemde aşınmaktan yoruldum.


En güzel yıllarını köle gibi çalışarak para kazanıp ilerisi için yığınak yapmaya ayıran insanoğlu yaşlılıkta o birikimi keyifle kullanacak isteğini ve gücünü tüketmiş oluyor çoktan. Hayatını yaşayacağı yaşlarda doyasıya yaşayamayan, tadın tuzun kalmadığı yaşlarda yaşamak için amacı kalmayan insan… Hayatı doya doya emeceği zamanlarında gıdım gıdım tıkınan, mezardan önceki son durak olan emeklilikte ise iştahı kapanan insan… Dişinden tırnağından arttırıp biriktirirken capcanlı olan, birikenler zar zor bir yığın oluşturduğunda da yarı ölüye dönüşmüş olan insan… Doğayı kovup kurduğu beton kentlerde yorulup yıpranınca tatilde dinlenip yenilenmek için bolca para dökerek uzaktaki doğaya kaçan insan…


Bunları dinleyenlerin “Eh, hayat bu!” demelerinden çok sıkıldım dostum. “Hayat bu.” dedikleri hiçbir şeyin hayat olmadığını anlayamamalarından… Bu saçma sistemi insanların icat ettiğini, sonra da kendi kurdukları düzenin kölesi olduklarını bu kadar umursamaz ve rahat bir tavırla kabullenmelerinden… “Elimizdekiler bunlar.” deyip gönüllü köleliğe vurdumduymazca devam etmelerinden… Bu saçmalığa isyan edip yepyeni ve bu kez gerçekten insancıl bir düzen kurmaya çalışmamalarından çok sıkıldım, bu fikriyatta yalnız kalmaktan da.


Her sabah ağrılı bir uyanışla yataktan kalkıp yanlışlardan ve çarpıklıktan eğri büğrü olmuş bir organize hayata karışmak zorunda olmaktan, içini kurtlar kemirirken sağlıklı bir ağaç gibi dik durmaya çalışmaktan, bu ağır rolden, bu sağır maskeden, kimsenin rol yaptığımı anlayamamasından, sahte kabuğumun ardındakini görememesinden, tek bir kişinin bile gerçeğimi sezinleyememesinden yoruldum. 


İnsan olmaktan, insan kalmaktan, kalmaya çalışmaktan usandım dostum. Bir martı olsaydım keşke. Karnımı doyurmak dışında bir kaygım olmasaydı. Deniz verseydi her gün rızkımı. Koşuşturmak için bekleyen, yorulmak için dinlenen, savaşmak için barışan, ölmek için yaşayan zavallı insanoğlunun üstünden uçup gitseydim kaygısızca.