Çocukluğum hakkında hatırladığım çok şey bulunmamakla birlikte ilk gençlik yıllarımı ailemle beraber güney sınır şeridi boyunca sürekli taşınarak, düzen tutturmaya çalışarak geçirdim. Her zaman öfkeli bir baba ve dilsiz bir annenin gözetimi altında büyüdüm. Çoğunlukla içine kapanık, eğik başlı; etrafında olup bitenler hiçbir zaman ilgisini çekmeyen, kendine özgü hiçbir nitelik taşımayan bir çocuktum. Yine de bu yıllarda bir şekilde elime geçen, Sertungo Capoelli'nin ‘'Mistik Teoriler'’ne son derece yakın bir alaka duyduğumu, Cryu Tropola'nın ‘'Gideceğimiz Yerlerde'’ adlı öykü derlemesine büyük hayranlık beslediğimi gayet iyi hatırlıyorum. Bu eserlerin kaba düş gücümü derin bir incelikle yonttuğunu, estetik ve renkli bir huzmeye dönüştürdüğünü biliyorum.


İyi bir eğitim almak için Griskin şehrine gittiğimde arkadaşlarım tarafından gülünç bulunan aksanım yüzünden, biraz da aptal bulunmamdan olacak, kökten bir başarısızlıkla ilk yılımı geride bıraktım. Çevreme karşı olan tutumumu ruhsal ve toplumsal açıdan endişe verici olarak görmedim. İnsanların bana bakışlarında bir olağanüstülük sezmediğim, daha doğru bir ifadeyle alınmadığım için ketum ve içe dönük biri olarak bilindim. Bu yılın ruhumda açtığı yaralardan söz edecek değilim. Ne var ki ağzımı her açtığımda neyin geleceğini çok iyi bildiğimden zamanımın çoğunu kütüphanede geçiriyor, ilginç bulduğum birtakım araştırmalar yapıyordum.

Tanrıya olan yakınlığın bir çeşit samimiyete dönüştüğünü daha o zamanlardan hissedebiliyor, inanışlarımın her geçen gün kök salışını büyük bir mutlulukla takip ediyordum. Düşüncemi yoğunlaştırmak istediğim alanların deli saçması olarak görülmesi beni bu merakımdan bir türlü alıkoyamıyordu.

Beni bir deli olarak tanımlayanların günahlarının farkında olmayan ahmaklar olduğuna tanrı şahidimdir.


İkinci yılımda annemin ani ölümü nedeniyle okulu bırakıp babamın yanına dönmek zorunda kaldım. Annemin ölümünden sonra babam, C. Kasabasındaki evi ve on dönüm büyüklüğündeki çiftliği satarak petrol işine girdi. Elinde avucunda ne varsa bu uğurda savurdu. Gerilimli geçen bu dönem onu iyiden iyiye çekilmez biri yaptı. İki yıl içinde açtığı onlarca kuyudan yalnızca birinde petrol bulan babam, başkasının arazisinde kazı yapmak ve hak sahiplerinin izni olmadan kazanç elde etmek suçlamalarıyla tutuklandı ve çok zor geçen altı aylık mahpus hayatı yaşadı. Babam mahkumiyeti süresince akıl sağlığını iyice kaybetti ve bu tutkusu kesin bir saplantı hâlini aldı. Bu sırada ben de bir kimyagerin yanında işe girdim. Birlikte geçirdiğimiz kısa süre içerisinde hocamın da benim gibi düşündüğünü, inançlarına son derece bağlı bir kimse olduğunu gözlemledim. Onunla bağımın artmasıyla bana olan güveni pekişti. Yaşlıca bir adamdı ve başka biri onu çalışırken görse aklını kaçırmış olduğunu düşünürdü. Bana kalırsa çağımızın en büyük dehalarından biriydi. Towston için birtakım patlayıcılar üretmek ve yenilerini tasarlamakla görevliydi. İşinin en önemli kısmı bu olduğundan yükselişe hazırlamanın yanında zamanını büyük ölçüde bu iş için harcıyordu.

Tanrının gizlerini, onun tabiatın gizemlerini ancak tabiatın mucizeleriyle çözebileceğime dair kuvvetli bir inanışım vardı ve laboratuvarda geçirdiğim günler bu inanışımda büyük bir aydınlanma yaşamama neden oldu. Bu aydınlanma beni türlü deneylerde kobay olmaya itiyor, sanrıların, bilinç yitirmelerinin, kusmaların, geçici felç ve hafıza kayıplarının bilinmeyen bir dünyayı keşfetmem için ne gerekli eziyetler olduğuna inandırıyordu. Saplantılı derecede önem verdiğim görüşlerim ve bitmek tükenmek bilmeyen heyecanımın bir neticesi olarak öğretmenimle birlikte pek çok iş başardık. Yükselişin temel mantığına dair onun öğütlerini dinlemek, bir çeşit büyünün tesiri altına girmek gibiydi. Sonrasında bir deney sırasındaki küçük talihsizlik yüzünden ciğerleri patlayan öğretmenimden ayrılmak zorunda kalmam beni, azmimden vazgeçirecek yerde mucizelerle olan samimiyetimi arttırdı. Babamın mahpustan çıkışı da hemen hemen bu zamana denk düşüyor.


1800’lü yıllardan birinin haziran ayında Saint Benty çölünün sekiz kilometre güneyindeki arazide babamın mahpustan çıkar çıkmaz açmaya uğraştığı petrol kuyusunun makara kütüklerine sırtımızı vermiş dinlenirken, babam aniden dudaklarının arasındaki pipoyu tükürüp kuyuya inen merdivenlere bıraktı kendini. Sırtını kuyuya verip inmek için yüzünü bana döndüğünde gözlerinde derin bir sabırsızlığın ışıltısını görebiliyordum. Babamın başını artık göremez olduğumda bir kırılma sesi işitir gibi oldum. Birkaç kez toprağa esnek bir yük bırakıldığında topraktan çıkan o tok sesi duydum ve saniyeden daha kısa bir süre sonra tüm sesler, kuyunun karanlığına karıştı. Aşağıya inip babamı çekme halatına bağladığımda hâlâ gözleri açıktı. Bedeninde kırılmadık kemik kalmamasına rağmen bakışlarında acıdan eser yoktu. Yalnızca büyük bir başarısızlığın asla düzeltilemeyecek olmasından kaynaklanan olağanüstü bir hayal kırıklığı vardı. Araziyi gün batmadan aşmak mümkün değildi. Sırtımda hepi topu elli kiloluk bir adam olsa da yakıcı güneşin altında onu eyalet yoluna kadar taşımam mümkün görünmüyordu. Bu yüzden daha da güneye inerek Gypston kasabası yakınlarına kadar gelebilmeyi umuyordum. Birkaç saat sonra sırtımdaki adamın iniltileri kesildi. Bir kilometre kadar sonra da kolları tümden güçten düşüp hafif bir devinim alarak sağa sola savrulmaya başladı. İlk molamı verdiğimde babamın ölü olup olmadığını kontrol etmedim. Güçlü bir keder hissedeceğimden değil de daha çok aklımı kurcalayan başka bir mesele yüzünden bunu ikinci molaya kadar yapmak istemedim.

Gece yarısı Gypston yerleşkesinin bir kilometre kadar batısına gelmeyi başardım. Burası oldukça kuru ve tozlu havası olan bir bölgedir. O gece yorgunluktan oracıkta uyudum. Ertesi sabah babamın cesedinde olağanüstü bir bozulma dikkatimi çekmedi. Ancak ben aynı gün petrol kuyusunun yanından kazı malzemelerini alıp geri gelene kadar tüm gün kavurucu güneş altında kaldığı için neredeyse yüzü tanınmaz bir hâle gelmişti. Babamı oracığa gömdüm. Birkaç gündür doğru düzgün bir şeyler yemediğim ve biraz da dinlenmeye ihtiyacım olduğundan kasabaya gitmeye karar verdim.

Meyhanede yemek yerken insanın hayatında karşısına yalnızca birkaç kez çıkabilecek bir fırsatın tam da orada, sessiz ve kimsesiz onu yakalamamı beklediğini anladım. Okul yıllarında okuduğum '’Ruhun İrtifası’', '‘Göklerdeki Hayaletler'’ ve '’Bulutlar Bahçemizdir'’ adlı eserlerden ne denli etkilendiğim sonraki notlarımdan daha iyi anlaşılacaktır. Yine de şimdi tetipozyumun çözünmesini beklerken beni buna iten gücün ne olduğunu açıklamaya uğraşacağım.

"Yer ve gök arasındaki bu boşluğun tanrının huzuruna açılan bir kapı olduğunu bize düşündüren şeye ödenecek bir borcumuz var." diyordu Philter Goyt.

Tanrının tahtına beni biraz daha yakınlaştıracak olan uçuşun büyük bir felaketle sonuçlanacağına dair söylentiler ve argümanlar oluşturulmuş olmasına karşın böylesine kutlu bir yolculuğun bir felaketle sonuçlanmasının düşünülmesi bile affedilemez günahlardan biridir. Vay onların hâline ki insanın kendini kurtarmaya çalışmasına karşı çıkıyorlar.


Babamı gömmemin üzerinden geçen beş ayda evin inşaatını bitirmiş, eve güzelce yerleşmiştim. Babamdan kalan kesenin neredeyse tümünü bitirmiş olmamda bir sakınca görmeden gerekli tüm malzemeleri getirtmiş, daha fazlasını da ısmarlamıştım. Babamın mezarının hemen üzerindeki evin, çalışmalarım için bana müthiş bir istek verdiğini söylemeliyim. Öyle ki her gün yeni bir buluş, yeni bir deneyimle geçti. Böylesine itici bir gücün etkisinde olup da süreci başka türlü tamamlamak irademe ters düşerdi.

Bu notları yazmaya karar verdiğimde amacıma ulaştığımın hiç değilse birilerince bilinmesini ne denli önemsediğimi fark ettim. Eğer her şey beklediğim gibi giderse olay anı gelip çattığında bu defteri camdan araziye fırlatacağım. Böylece bu kurak ve uğursuz yerde ne büyük işlerin başarıldığı, başka kimselere de ilham vermiş olacak. Öte yandan bu, benim bir deliden çok daha fazlası olduğumu, beni tanıyan ya da tanımayan pek çok kimseye hatırlatacak.


İki gün önce evin dört metrelik verandasının altından başlayıp tüm cepheleri patlayıcılarla doldurdum. Toplamda otuz kilo kadar nitril klorisis harcayarak evin yarım metrelik temelinde evi belli bir açı ve doğrultuda yukarıya fırlatacak bir dizi düzenek kurdum. Evin batı cephesindeki şömine bacasının kırk santim kadar çıkıntılı oluşunu da hesaba katarak fırlatma ivmesinin beni bin metrede en fazla yirmi santim kadar sola yatıracağını hesapladım. Bütün bunların yanında evin merkezinden başlayarak otuz santim çapında ve iki buçuk metre aşağıya inen bir delikle babamın mezarının içine ulaşmayı başaran bir sondaj hattı kurdum. Saf kimyanın yetersiz kalacağı birkaç noktayı kuvvetli inanışımın dolduracağı aşikar.

Birazdan düzeneği ateşleyeceğim. Eğer başarısız olursam dut ağacının gölgesine savurduğum bu defteri bulup neden başarısız olduğumu yazacağım.

Tanrım, başlıyorum!