Depremle depreşen duygularımız yüreğimizi çökertirken...


Sesimi duyan var mı? Dudaklarım kilitlenmişçesine kapalı. Gözkapaklarım baraj seti; gözyaşı selini tutmakta zorlanıyor. Yüzüm yanıyor, kulaklarım uğulduyor. Ellerim ve ayaklarım, alevden başıma inat buz gibi. Göğsümün üstünde ağır bir değirmen taşı dönüp duruyor. Boğazım, toza toprağa bulanmış sözcüklerimin birikip taşlaşma alanı. Ağzım bir aralansa yeryüzünde beni duymayan kalmayacak. Sesimi duyan var mı?


Sıcak ve yumuşak yatak batıyor. Üstümdeki yorgan kolon misali ağır. Tekmeleyip atmak istiyorum, üşümek istiyorum. 


Lokmalar yumuşaklığını yitirmiş. Boğazımdan aşağı kayalar yuvarlanıyor. İçimde ne varsa yerle bir oluyor. İçim dışım hafriyat.


Tok olduğu için utanır mı insan? Musluğu açınca akıveren suya dalıp gider mi? Geceleyin odaları, sokakları aydınlatan lambaların ışığı gözlerini yakar mı insanın? Her şeyin kusursuzca yerli yerinde duruşu, düzenli işleyişi, her şeyin el altında oluşu ruhunu sıkar mı? Konfor batar mı kıymık gibi?


Su, sabun, havlu, tuvalet kağıdı, ıslak mendil, diş fırçası, diş macunu, şampuan… Mont, bot, çorap, atkı, bere, eldiven, yastık, battaniye… Kaşık, çatal, bıçak, tabak, bardak, tencere, tava… Gün içinde gözüme takılıyor nice şey, gözüme batıyor. Bu kadar kolay ulaşılabilir olmaları, hemen elimin altında olmaları garip geliyor. Her gün kaç kez gördüğümüz, kaç kez elimizin değdiği bu basit şeylere deprem bölgesindekilerin kolay kolay ulaşamıyor oluşunun tezadıyla ortadan ikiye bölünüyorum. Derin uçurumlara yuvarlanıp duruyorum aralıksız. Boğuntuya batıyorum.


Kış ortasında yanıyorum, evimin sıcak oluşundan utanıyorum. “Balkona çıkıp kombiyi kapatsam.” diyorum. Çıkıyorum, öylece kıpırdamadan duruyorum, direniyorum, diretiyorum. Keskin soğuya birkaç dakika bile katlanamıyorum. Yıkılarak akordeon gibi büzülmüş katlar arasında kalıp yardım bekleyenler bu soğuğa aç susuz nasıl dayanır? Enkaz başında bekleyen yakınları nasıl?


Sonsuzdan geriye saymak… Sevdiklerin kat kat betonların altında ve sen içini yiyerek bekliyorsun yığının karşısında. Üşümesin diye çocuğunun sırtına anında mont geçiren bir annesin mesela. O kadar hızlısın aslında ama o çirkin beton yığının dibinde zaman donuyor, sen de donuyorsun için yangın yeriyken. Kat kat engellerin önündesin, birkaç metre ötedeki biriciğine dokunamıyorsun. O birkaç metre, dünyanın en uzak yerinden de uzak.


Kum saatinde düşen kum taneleri gibi dökülüyor umut kırıntıları. Yaşıyor mudur? Yaralı mıdır? Çok acı çekiyor mudur? Üşüyor mudur? Soluk kesen soğukta göçük altında sıkışıp kurtarılmayı beklemek nasıl bir duygudur? Umudunu yitirmiş midir? Ne kadar dayanır? Ne kadar dayanabilirim? Taştan bir canavar yutmuş sevdiklerimi. Taştan midesinde bir canavarın, yaşamak ne kadar sürer? 


Düşen her kum tanesi balyoz gibi iner bekleyenin yüreğine. Saatin her tıklaması kulaklarını deler de geçer. Zaman geçer, aleyhine işler. “Zamanla yarışıyoruz.” diyorlar. Dursana zaman, koşmasana!


Dursana dönüp duran dünya! Yerçekimi değil, gökçekimi istiyorum ben. Sevdiklerimin üstüne başına boca edilmiş moloz dağını alıp da gökyüzüne fırlatacak bir çekim istiyorum. 


Tırnaklarını parçalaya parçalaya kazımayı istemek enkazı. Kağıt gibi yırtmayı istemek çirkin betonları. Tüm bunlar bir film sahnesi olsaydı keşke. Süper kahraman gibi gelip yenseydim taş canavarları.


Distopya filmi izler gibi izliyoruz olanları. Kıyamet sonrası filmi çekiliyor sanki canlı canlı. Yıkılmış ve karanlığa gömülmüş kentler, taş mezarlara dönüşmüş evler, en temel/yaşamsal gereksinimlerini doğru düzgün karşılayamayan depremzedeler… Düzen tam sağlanamadığı için kontrolsüzce dağıtılan yardımlar, yardım alamayanlar, bir sevgiliyi bekler gibi vinç bekleyenler, arabalarına sığınıp hayatta kalmaya çalışanlar, yağmalanan evler ve dükkanlar, kamyonların ve tırların önünü kesen eşkıyalar… Biz nasıl bir kabusa uyandık böyle apansız?


İsyan, çığlık, haykırış, yakarış, öfke, üzüntü, küskünlük, bekleyiş… Susuz, yiyeceksiz, temizlik malzemesiz, tuvaletsiz, elektriksiz, mobil iletişimsiz, internetsiz, barınmasız, ısınmasız, umutsuz, çaresiz, sahipsiz… Sözcüklere arka arkaya eklenen bir ek bu kadar mı sevimsiz olur? Bir ekten bu kadar mı nefret eder insan? 


Film olsaydı biterdi. Oysa hepsi gerçek. Bitmiyor. Depremzede bir kadın çıkıyor ekrana. “Tuvalet ihtiyacımızı karşılamak için dereye iniyoruz, şişmiş cesetlerin yanından geçip boş bir yerde ihtiyacımızı gideriyoruz.” diyor boğuk boğuk ağlayarak. Sokaklarda üzerleri örtülü ölü bedenler alınmayı bekliyor. 24 saat içinde kimliği belirlenemeyen cenazelerin doğrudan gömüleceği bilgisi geçiyor alt yazıda. Taş üstünde taş kalmamış bir kentin kenarında isimsiz bir mezar taşının altında yatmak sonsuzca…


17 Ağustos ve 12 Kasım travmaları depreşiyor beynimizde. Sen unuttun sanırken, uyuyan bir fayın uyanması gibi gümbür gümbür kırılıyor göğsünün orta yeri. Eski görüntüler yenilere karışıyor. Dehşet fotoğrafları arşivine dönüşüyor hafızan.


24 yıl sonra aynı acıları yaşamayı, hiçbir şeyin değişmemiş olmasını, hiç ders çıkarılmamasını, ihmalkârlıkları, usulsüzlükleri, önlem alınmayışını, organizasyonsuzluğu, kaosu hazmedemiyorsun. Öfkeni kusacak oluyorsun, “Şimdi zamanı değil.” diyorlar, üzerini kapatıyorsun içindeki ateşin. Kapağı kapalı dursun ki sıcağı kaçmasın.


Uzunlamasına açılmış çukurların içine sıra sıra dizilmiş cenazelerin üzerine kepçeyle toprak atıldığını gördüğün an senden de bir şeyler o toprağın altında kalıyor, bir yanın ölüyor. Toprağın kokusu doluyor burnuna. Sözcüksüz kalıyorsun bir an, kaskatı susuyorsun.


Televizyonda canlı yayına bağlanan depremzedelerin anlattıkları korkunç olayları, durumları dinliyorsun her gün. Şaşkınlıktan yüzün geriliyor, ağzın kayıyor, dişlerin gıcırdıyor, miden kasılıyor. Derinden derine sarsılıyorsun. Göğsünün ortasına görünmez bir bina yıkılıyor boğuk boğuk kükreyerek. “Burada olanları bir film setinde çekemezsiniz.” diyor başka bir depremzede. Ve film kopuyor sende. 


Acıya gömülmüş kentlerde bazen insanlar, bazen insanlık ölüyor. Drone görüntüleri karışıyor araya. Aklın alamayacağı görüntüler akıllara kazınıyor. Üzerinden bir dev sürüsü gelip geçmişçesine harabeye dönen kentlerin tarih ve kültür hafızası siliniyor. Sonunda acının dibine vuruyorsun duyduğun tek bir cümleyle: “O kent yok artık.” 


Bir kent nasıl yok olur? İnanmak istemiyorsun ama direnişin kısa sürede sönüyor. Bir kent, dolu dolu bir kent, onu görenlerin hayalinde, gelip görememiş olanların ukdesinde kalıyor. Süresiz bir saygı duruşuna geçiyor yüreğin.


Fotoğraflar… Bir baba, evin tabanı ile tavanı arasında sıkışarak yaşamını yitirmiş kızının dışarı sarkan elini tutuyor. O tabanda kızının emekleyişini, ilk adımlarını görmüştü belki de. Belki de ilk “baba” deyişi yankılanmıştı o tavanda. Yaşam alanları artık yaşamsız kalmış. Yatağında ölüm uykusunda bir kız çocuğu… Kızının yıkıntıdan taşan soğuk elini asla bırakmamaya ant içmişçesine sıkı sıkı tutan bir baba… Taşlaşan zaman…


Kanatlanıp uçmak istiyorsun. İşlerin bir ucundan da sen tutmak istiyorsun. Enkaza balıklama dalıp kurtarmak istiyorsun insanları. Ne iş verirlerse versinler. Yeter ki versinler. Yerinde duramıyorsun. Durmak ihanet gibi geliyor. Ağır bir suçluluk hissediyorsun. İçin fokur fokur kaynıyor. İçin içine sığmıyor. Sonra… Sonra bir uyarı geliyor: “Burada profesyonel ekiplere ihtiyaç var. Uzman, deneyimli ve eğitimli değilseniz gelmeyin. Burası zaten çok kalabalık. Yarardan çok zararı olabiliyor. Bugün değil. Sonra.” 


Sevinçle açılan kanatların kapanıyor yavaş yavaş. Sönüyorsun yılgınlıkla. 


Enkazdan çıkarılış görüntüleri yansıyor ekrana, kilitleniyorsun. Sen de zafer nidalarına eşlik ediyorsun. Ardından can kaybı, yaralı ve yıkılan bina sayıları açıklanıyor. Üzüntüye bulanıyorsun. Sayılar, diyorsun içinden, yine sayılar… Daha yeni unutmuştuk turkuaz tabloyu. İstatistiğin en soğuk yüzünü daha yeni unutmuştuk. Ölümün sayısallaşmasından yeni kurtulmuştuk oysa.


Taş kesiliyorsun o artan sayılar karşısında. Taş, her yerde ne çok taş… Sonra yine enkazdan kurtuluşları gördükçe sevinç uğruyor yüreğine. Bir mutlu, umutlu, sevinçli; bir mutsuz, umutsuz, kahır dolusun. Her şey öylesine hızlı ve ters yönde değişiyor ki tüm duygular birbirine karışıyor. Hüzün bulaşık sevinçler, korkulu heyecanlar, temkinli meraklar, umut dolu tedirginlikler, kızgın şaşkınlıklar, kaygı bezeli coşkular, umutsuzca öfkeler, isyan yüklü kabullenişler, sıkıntıya karılan mutluluklar, hayrete katıştırılan hayranlıklar… Ve arada sıra kalp masajı ve suni teneffüs yapmak zorunda kaldığın olumlu beklentiler…


Haberler bir görev ve sorumluluk bilinciyle göz kırpmaksızın izlenirken duyguların mahşer yeri oluyor yüreğin. Tüm duygular bir kapta karılıp yoğuruluyor, bulamaç oluyor. Yoğunlaşıp gözyaşı olarak birikiyor damla damla.


“Yıkılmak” tüm anlamlarını kuşanıp içimizde kışlıyor şimdi. Fay hatları gibi kırık kırık olmuş yüreğimizin göçüğünde yaralıyız, kanıyoruz, ağrıyoruz. Depremzedeler iyileşmeden iyileşmek istemiyoruz. İyileşmeyi erteliyoruz. Toplumsal yardımlaşmanın, dayanışmanın, desteğin, birliğin, duygudaşlığın görkemli büyüklüğüne tutunuyoruz sabırsız ellerimizle.