Az sonra memleketimize gitmek için yola çıkacaktık. Okulların bitimine yakın tatil yapma umutlarım kısa süreliğine yeşermiş ancak babamın "İki ay boyunca memlekette olacağız." demesi üzerine tüm hayallerim suya düşmüştü. Yüzümü asmış, bizimkilerin valizleri arabaya yerleştirmesini izliyordum. Üzerime çok gelmek istemeyen babam 'gel, yardım et’ bile dememişti. Annem yanıma geldi.

-Neden asıyorsun suratını oğlum, orada da istediğini yapabileceksin.

-İstemiyorum. Hem orada arkadaşım da yok. İnternet bile yok dedemlerin evinde, diye şımarıkça ekledim.

-Kendine arkadaş edinirsin orada üzülme bu kadar, bak babanı da üzüyorsun, diye teselli etti beni her zaman evimizde barışı ve huzuru sağlayan annem.

‘Tamam, uyum sağlayacağım’ şeklinde başımla onay verdim.

Babam son valizi de yükledikten sonra yola çıktık. Çok değil, beş saatlik bir yoldu. Kulaklığımı taktım ve arka camdan bizi takip eden araçları, yolu ve insanları seyre koyuldum.

Yolculuk hemencecik bitivermişti, babamın büyüdüğü eve gelmiştik. İki katlı sevimli bir binaydı. Alt katında dedem ve babaannem oturuyor, üst katı ise gelen misafirler için boş tutuyorlardı. Geniş sayılabilecek bir bahçesi vardı. Bahçenin tam ortasında dev bir dut ağacı, ona bağlı bir salıncak göze çarpıyordu. Temiz havanın, yeşilliğin etkisiyle içim huzurla dolmuştu.

Bizim geldiğimizi gören babaannem sevinçle ayağa fırladı. Önce annemle sonra babamla uzun uzun sarıldılar. Bana doğru yaklaşınca uzandım elini öptüm, uzun uzun sarıldı bana da. Bizi içeri buyur etti. Babamla valizleri yüklenip evin ikinci katına çıkardık. Aşağı indik. Nefis yemek kokuları geliyordu burnuma. Sessizliği bozmak isteyen annem babaanneme,

-Babam nerede anne?

-Namaz kılıyor, gelir birazdan, der demez dedem kapıda belirdi. Babamın anlattıklarından yola çıkarak dedem için sinirli ve soğuk diyebilirim fakat bana karşı her zaman çok sıcak davranır, sürekli hediyeler alır, sarıp sarmalardı. ‘En çok torunlar sevilir’ derdi babam bunu açıklamak için.

Dedem içeri girince hepimiz ayağa kalktık ve elini öpmek için sanki okuldaymışız gibi nizami bir sıraya girdik. Çalışmaktan nasır tutmuş demir gibi elini öptüm, sıkıca sarıldı bana ve oturmam için yanını gösterdi. Havadan sudan sohbet etmeye başlamıştı büyükler. Yanıma okumak için bir kitap bile almamıştım. Az sonra biraz dolaşmak için dışarı çıktım fakat bu da canımın sıkılmasını engelleyemedi ve eve geri döndüm. Babaannem biz geliyoruz diye çeşit çeşit yemekler hazırlamıştı. Yer sofrasına alışkın olmadığım için başlarda zorlansam da sonraları tıka basa tüm yemeklerden yedim. Saat geç olmuştu. Babam,

-Baba biz yukarı çıkalım da dinlenelim biraz.

-Tamam oğlum çıkın siz odalarınıza, yarın vakit çok.

Babaannemin benim için hazırladığı odaya çıktım. İçerisi neredeyse bomboştu. Bir çekyat, masa, masanın üstünde eski bir masa lambası, sandalye ve bir yüklük vardı.

Uyumak için çok erkendi. Tatil günlerinde erken uyumak o günlere ihanetti sanki benim için. Ayağa kalktım, odanın içinde dolanmaya başladım. Bazen masanın başına geçip dışarıyı seyrediyor, bazense amaçsızca yüklükteki yorganların arasına serinlemek için elimi sokuyordum. Elim yorganların arasında geziyorken sert bir cisime değdi. Tutup çıkarttım olduğu yerden. Eski püskü sayfaları sararmış bir defterdi. İlk sayfasını açtım.

“Babamın cenazesindeyik. ’Kardeşlerini çağır da gel’ diye seslendi Fatma yengem. Yerimden kalktım, çevremdeki insanların bana acıyarak baktıklarını hissetmiştim. Müzeyyen ve Mustafa'yı ellerinden tutup içeriye mutfağa götürdüm. O zamanlar Müzeyyen yedi, Mustafa beş yaşındaydı. En büyükleri olarak onlara hem annelik hem babalık yapmak durumundaydım artık.

Annemi Mustafa’nın doğumunda kaybetmiştik. O zamanlar ben de çok küçüktüm. Hiçbir şeyin farkında değildim. Üzülmemiştim bile, her şey bir oyun gibi geliyordu bana. Şimdi her şey farklıydı. Ölümün ne demek olduğunu yemek yerken bile yaramazlık eden kardeşlerimin aksine çok iyi biliyordum artık. Giden geri gelmiyor ve yeri asla dolmuyordu.

Bu düşüncelere dalmış çayımı yudumluyordum. Yengemin yemek yemem üzerine ettiği ısrarları görmezden geliyordum. Düşüncelere dalıyor, ağlamaktan ağrıyan gözlerim tekrar doluyordu. Kendimi dışarı attım. Ramazan amcamın yanına sokuldum. Ağlamaklı bir sesle,

-Amca ne yapacağım ben şimdi?

-Başınızın çaresine bakacaksınız artık yeğenim.

-Nasıl ama?

-Eviniz var ne de olsa. Sana bir iş ayarlarız, çalışır bakarsın evine. Benim eve gelin derdim ama…

-Ee?

-Olmaz oğlum. Benim üç tane kızım var, sen de genç adamsın. Millet ne der? Olmaz işte.

-İyi de amca biz onlarla beraber büyüdük, ne kötülük çıkar bundan? Hem oğulların da var.

-Sizden çıkmaz da millet laf eder, söz eder. Yakışık almaz. Olmaz işte oğlum, ne uzatıyorsun?

Amcam bana, ben ona sinirlenmiştim. Bu nasıl bir zihniyet anlam veremiyordum. Ancak bir şekilde hayata devam etmemiz, benim bu evi çekip çevirmem gerekiyordu. Ama nasıl ?” 


Defterin ilk sayfasında bu cümleler yazıyordu. Eğer yanılmıyorsam bu yazılar dedeme aitti. Kendi hikayesini yazmıştı. Heyecanla okumaya devam ettim.

“Ertesi gün oldu. Dünkü kalabalıktan eser yoktu. Erkekler işinin başına, kadınlar evlerine, ev işlerine dönmüştü. Bahçeye çıktım. Ne yapacağımı düşünüyordum. Çıkıp bir iş bulmak gerekti ama köy yerinde nerede iş? Şehre gitsem orada kalmak gerekecek, bu çocuklara kim bakacak? İlk günden sırtlandığım yükler ağır gelmeye başlamıştı. Yeni uyanan Müzeyyen, bahçeye yanıma geldi.

-Ben bir dolaşıp geleceğim. Sen kahvaltı hazırlayabilir misin?

-Tamam abi ne yapayım?

-Çayı koy. Mayalıyı da ısıt, tahınla yiyin.

Masum masum baktı yüzüme. Sarılıp öptüm. Vedalaştık. Gözlerimin içi dolmuştu. Ben iki küçük çocuğa nasıl bakacaktım? Bahçenin yıkık dökük kapısını yere sertçe sürterek açtım. Kahveye doğru yürüdüm. Köyün erkekleri orada olurdu bu saatlerde. Belki bana da bir ekmek kapısı açılırdı. Kahveye vardığımda birkaç kişi vardı yalnızca. Babamın yakın arkadaşı Mevlüt usta gördü beni, yanına çağırdı.

-Halil napıyorsun bu saatte burada?

-Hiç, öyle dolaşıyordum evde sıkıldım da. Nedense iş aradığımı söyleyemedim, çekindim. Mevlüt amca sanki bu halimi anlamış gibi,

-Sen nasıl geçindireceksin evi, düşündün mü hiç ?

-Düşündüm Mevlüt amca. Ama bulamadım bir hal çaresini. İş bulsam iyi olacak da...

-Bak ben şimdi yeni bi' inşaata başlayacam. Bir haftaya başlayacak. Gel yanımda çalış, hem iş öğren hem elin ekmek tutsun.

-Amca çok isterim de ben şehre gelirsem çocuklara kim bakacak?

-Orasını dert etme sen, sabah gidip akşam döneriz. Sen gelene kadar bizim evde oyalanır çocuklar. Zaten okullar açılınca da akşama kadar okulda olacaklar. Bu sene öğretmen gelecekmiş diyorlar.

Yüreğime su serpilmişti. Çok mutlu oldum. Elini öptüm Mevlüt amcanın.

-Çok sağ olasın Mevlüt amca. Allah ne muradın varsa versin.

-Dur oğlum ne yaptık daha, diye şakayla karışık cevap verdi Mevlüt amca. O da çok duygulanmıştı. Ama belli edemezdi tabii, malum köy yeri...

Hemen eve koştum. Müzeyyen'le Mustafa’ya açıkladım durumu. Mustafa bön bön bakıyordu suratıma, çok küçüktü tabii normal. Onlara göre hava hoştu, akşama kadar çocuklarla oyun oynayacaklardı zaten. Ben ise hafta boyunca heyecanlı bir şekilde o yedi günün geçmesini bekleyecektim.”


Dedemin yazdığı bu hayat öyküsüne tam anlamıyla kitlenmiştim. Kapının çalınmasıyla gerçek dünyaya döndüm.

-Evet?

-Oğlum yatmıyor musun daha?

-Yatacağım baba ama biraz daha oturmak istiyorum.

-Ne yapıyorsun sen, o defter ne?

-Resim çiziyordum, evden getirdim.

Her nedense böyle bir yalan söyledim, bu hikayeyi kendi başıma okumak bana çok keyifli gelmişti.

-Tamam çok geç yatma, dedi babam ve kapıyı kapattı. Ben de dedemin yaşam öyküsüne geri döndüm. Daha önce babamdan dedemi anlatırken bu tarz şeyler işitmiştim fakat çok dikkat etmemiştim. Hikayeyi yazanın kendi ağzından dinlemek daha keyifliydi.


“Bir hafta bir çırpıda geçmişti. Sabah erkenden uyandım. Kardeşlerimi Mevlüt amcanın eşi Ayşegül yengeye emanet edip Mevlüt amca ile yola düştük. Şehre yaklaştıkça heyecanımın yerini bir gerginlik alıyordu. Sonunda çalışacağımız yere geldik. Mevlüt amca buyurgan bir ses tonuyla seslendi.

-Şu el arabasına al da gel!

Koştuğum gibi el arabasını aldım ve ustamın peşine düştüm. Mevlüt amca yolda tembihlemişti, ona burada yalnızca usta diye seslenecektim.

-Şimdi bu kumları kürekle el arabasına doldurup şu kırmızı ceketli adamın yanına götüreceksin. O ne derse yapacaksın tamam mı?

-Tamam usta.

Hemen işe koyuldum. Altıncı sefer el arabasını götürürken handiyse düşüp bayılacaktım yorgunluktan.

-Abi ne zaman bırakacağız çalışmayı?

Kırmızı ceketli abi yüksek sesli bir kahkaka attı. Uzun boylu, cüsseli biriydi. Yüzü kör jiletle tıraş olmaktan mayın tarlasına dönmüştü. Bu fiziksel özelliklere sahip birisinin güldüğünü düşününce biraz ürkebilirdiniz ama ben de gülmüştüm. Gülmeler kesilince,

-Daha çok var. Yoruldun mu hemen?

Evet, anlamında başımı salladım.

-Üç saat sonra öğle paydosu var sabret. Git şu çeşmeden su doldur da içelim. Hem biraz soluklan.

Hemen dediğini yaptım. Suları doldurup getirdim. Sırasıyla içtik.

-Abi senin adın ne?

-Sabri. Senin?

-Halil.

Böylece ilk mesai arkadaşımla tanışmış olduk. Sabri abiyi yıllar boyunca hiç unutmadım zaten. Sürekli ziyaretine giderdim.

İlk günüm bittiğinde yorgunluktan ölü gibiydim. Mevlüt ustayla eve döndük. Yol boyu hiç konuşmadık. Arabadan inerken ilk yevmiyemi verdi. Çok sevindim, bu benim kazandığım ilk paramdı. Arabadan iner inmez bakkala koştum. Eve ekmek yapmak için biraz un aldım, bir kutu kibrit aldım. Evin kapısı kapalıydı. Çocuklar uyumuş olmalıydı. Yine de çaldım kapıyı, Müzeyyen açtı.

-Müzeyyen, ekmek yapmayı biliyor musun?

-Bilmiyorum abi.

-Ben sana öğretecem, bundan sonra her sabah erkenden kalkıp yapacaksın tamam mı?

-Tamam abi.

-Yarın bulgur, yağ falan da alacağım. Sen Ayşegül yengeden nasıl yapacağını öğren.

Müzeyyen başını salladı. Bahçeden biraz odun getirip ocağı yaktık ve ekmek yaptık. Müzeyyen'e nasıl yapacağını tek tek gösterdim. Bana da babam öğretmişti. İyi ki öğretmiş. Ekmekler biraz soğuduktan sonra yedik, sabah erkenden kalkmasını tembihledim ve uyumaya geçtim.

Günlerimiz hemen hemen aynı geçiyordu artık. Ben sabahtan akşama kadar çalışıyor, akşam da kardeşlerimizle yemeğimizi yeyip yatıyorduk. Müzeyyen yemek yapmayı pek iyi öğrenmişti. Mustafayı okula göndermeye karar verdik. Müzeyyen okumayacaktı. Yeni gelen öğretmene yalvar yakar okula kabul ettirdik ufaklığı. Hocasının dediğine göre çok akıllıymış, okumayı yazmayı bir ay sonra sökmüş olur diyordu onun için.

Ben ise işimde epeyce şey öğrenmiştim. Artık yalnızca el arabasıyla bir şeyler taşımıyordum. Harç karıyor, iskeleye çıkıp Mevlüt ustama yardım ediyordum.

-Çabuk kavrıyorsun sen ha, aynı baban gibisin, diye takılıyordu Mevlüt usta. Çok mutlu oluyordum bu sözler karşısında. Ayrıca çalıştıkça güçlendiğimi, pazularımın büyüdüğünü, ellerimin ise demir gibi olduğunu hissediyordum.

Köydeki çocuklar gibi oyun pesinde koşmayı bırakmış, evine bakan bir adam olmuştum artık. Yaşım da çok küçük değildi zaten. Benim yaşlarımda babam annem ile evlenmişti. Kim bilir belki beni de yakın zamanda evlendirirlerdi. Ama hangi parayla?”


Bambaşka bir dünyada yaşıyor gibiydim bu notları okurken. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Biraz da uykum gelmişti ama her ne olursa olsun bugün bu hikayeyi sonuna kadar okuyacaktım. Hikaye demek ne kadar doğru bilmiyorum gerçi. Ne de olsa burada yazılanlar dedemin kendi yaşadıklarıydı.

Pencereye doğru yaklaşıp biraz temiz hava aldım. Beş dakika daha dinlenip okumaya devam ettim.


“Yine bir sabah iş için erkenden yola çıktık Mevlüt ustayla. Genelde sabahları gidene kadar pek konuşmazdık. Biraz uykulu biraz bezgin bir şekilde yolu seyrederdim ben. Mevlüt usta o gün fazla düşünceli görünüyordu.

-Almanya'ya göçler başladı duydun mu?

-Duydum usta. Ne zordur memleketini bırakıp da gitmek.

-Ekmek parası.

-Doğru, ekmek parası.

-Gitmek ister misin?

-Yok usta, çocukları bırakıp nereye gideceğim?

-Dün patron çağırdı beni yanına. Haftaya salı bir kafile gidiyormuş buradan. Yanına iki kişi al, göndereyim seni dedi.

-Eee kabul ettin mi?

-Ettim. Ben giderim. Parası iyi sonuçta. Sen de iyice bir düşün. Çocukların bir çaresine bakarız.


Yalnızca başımı salladım. Nereden çıkmıştı şimdi bu? Aklımı da çelmişti doğrusu. 5-6 sene kadar çalışır, para biriktirip dönerdim. Hemen şehirde bir ev yapardım, bir de dükkan açardım. Gül gibi geçinirdim. Benim yevmiyelerle geçinmek zor oluyordu artık.

Bir yandan bu fırsatı düşünüyor, bir yandan çalışıyordum. Akşam oldu. Köye dönerken Mevlüt usta gelecek misin benimle der gibi bakıyordu yüzüme.

-Usta ben çocuklarla bir konuşayım. Ama geleceğim seninle.

-Aferin. Gel tabii, bu fırsat geçmez bir daha eline.

Eve gittim. Akşam yemeğini ekmek ve çorbayla geçiştirdik. Çocuklar çok mutsuzdu. Ne boğazlarından adamakıllı bir yemek geçiyor ne de bir aile gibi yaşayabiliyorlardı. Ne anneleri vardı ne babaları. Her ikisini de olacağım diyen ben, onları günde yalnızca birkaç saat görebiliyordum. Az sonra kapı çaldı. Mustafa koştu kapıya.

-Abi usta geldi.

Allah Allah, bu saatte ne işi vardı ustanın bizde? Buyur ettim içeri.

-Hayrola usta? Bir sıkıntı yok inşallah.

-Kesmeli’de (komşu köylerden birisiydi) bir arkadaş var. Hali vakti epeyce yerinde. Bilmem kaç dönüm tarlası var. Bir 10-15 yıldır da evli. Ama bir türlü çocukları olmuyor. Karısı da tutturmuş çocuk istiyorum diye.

-Ee usta?

-Ben de sizin durumunuzdan bahsettim. Senin benimle Almanya’ya gelebileceğinden. Müzeyyen’i evlat edinmek istiyorlar.

-Ne diyorsun sen usta, nasıl laf bu?

-Oğlum dur hemen celallenme. Bir düşün taşın. Sen bu çocuklara nereye kadar bakabileceksin? İlk taliplisiyle evlendirecek misin?

-Öyle değil de…

-Ben sana olacağını söylüyorum. Bak iyice düşün taşın. Bir hafta gitmeyelim inşaata. Ben durumu açıklarım patrona. Tamam mı?

-Tamam usta tamam.


Neye uğradığımı şaşırmıştım.”



Dedemin yazıları burada son bulmuştu. Diğer sayfalarda ise yalnızca “04.07.1965” gibi tarihler, karşısında ise anlamsız harfler bulunuyordu. Zaten büyük bir heyecanla ve merakla okuduğum bu hikaye yarım kalması ile beni iyiden iyiye kendine çekmişti. Bir şekilde öğrenmeliydim. Bunun tek yolu dedemle konuşmaktı. Evet, yapacaktım bunu.

Saat epeyce geç olmuştu. Yatağıma uzandım. Rüya ve gerçeklik arasında geçen bir gece. Bir yandan dedemin hikayesinin içinde, bir yandan kendi hikayemde buluyordum kendimi. Ne kadar da farklı yaşamıştık günlerimizi. Zorluklarla geçen bir çocukluk. Çocukluk da denemezdi buna. 13-14 yaşlarında bir evin tüm sorumluluklarını yüklenmişti üzerine. Ben ise bambaşka bir hayat yaşıyordum. Her şey elimin altındaydı. Derslerim dışında hiçbir sorumluluğum yoktu. Hiçbir zaman yuvamdan ayrı kalmamıştım. Hiçbir zaman sıcak bir evin hasretiyle uyumamıştım.


Sabah erkenden uyandım. Mutfaktan çatal bıçak sesleri geliyordu. Yataktan kalktım. Elimi yüzümü yıkayıp aşağıya indim. Ardımdan kapı çalındı. Elinde ekmek poşetiyle dedem girdi içeri.

Heyecanla yüzüne bakıyordum. Zevkle okuduğum bir romanın kahramanıyla, filmini heyecanla izlediğim bir aktörle karşılaşmış gibiydim.

-Kahvaltıdan sonra turlayalım mı seninle, diye keyifli sordu dedem.

Fırsat ayağıma gelmişti. Dedemle dolaşacak, bu esnada hikayenin geri kalanını dinleyecektim ondan.

-Tabii dede, çok iyi olur biraz sıkıldım zaten.

Sadece gülümsedi. Kahvaltımızı yaptık. Babaannemin bakkaldan aldığı ekmeğin bile tadı ayrı oluyordu sanki. Her şey çok lezzetliydi ve ben de çok keyifliydim zaten. Dışarıya çıkmayı teklif etsin diye dedemin yüzüne bakıyordum.

-Hadi çıkalım biz, dedi ve ben hiç olmadığım kadar hevesli bir şekilde “Tamam” dedim ve yerimden fırladım.

Evden dışarı çıktık. Dedem elini arkasında bağladı. Yaşına göre hızlı yürüyordu. Çevikti, güçlüydü. Yıllar süren çalışma hayatı onu bu hale getirmişti sanırım. Düşüncelere dalmıştım ve bir an kendime kızdım “Şimdi sormazsan başka hiçbir zaman soramazsın.” Sessizliği bozan dedem oldu.

-Ee sevdin mi buraları?

-Önceleri çok sevmezdim. Şehirden çok farklı buralar. Ama insanın memleketi bir ayrı.

Boyumdan büyük bir laf etmişim gibi dedem şaşkınlıkla gülümsedi.

-Tabii. Bülbülü altın kafese koymuşlar ille de vatanım demiş. Seninki de o hesap.

-Dede?

-Hı?

-Sana bir şey soracağım ama kızma.

-Sor bakalım.

-Ben dün gece uyuyamayınca biraz sağı solu kurcaladım odada. Sonra bir defter buldum. Senindi galiba. Senin hatıra defterin. Ama öykü gibi yazılmıştı.

-Ee beğendin mi bari, diye sorunca içim rahatladı. Kızacağını sanıyordum oysaki.

-Çok beğendim. Ama yarım kalmış. E ben de çok merak ettim. Bana hikayenin geri kalanını anlatır mısın?

Dedem biraz düşündü. O günleri hatırlamıştı sanki.

-Anlatayım tabii. Gel kahveye oturalım hele.

Az sonra kahveye girdik. Çoğunluğu yaşlıların oluşturduğu bir topluluk karşıladı bizi. Kimisi gazete okuyor, kimisi yanındakiyle hararetli hararetli bir şeyler tartışıyordu. Bazıları da günün erken saatine rağmen oyunlara başlamıştı bile. Dedemle ücra köşedeki masaya oturduk. Birazdan çaycı geldi yanımıza.

-Halil emmi hoş geldin. Torunu da getirmişsin. Ne vereyim?

-Bize iki çay getir sana zahmet.

Dalgın dalgın dedemin yüzüne bakıyordum. Birazdan o çok merak ettiğimiz hikayeyi anlatmaya başlayacaktı. Çaylarımız geldi ve dedem sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi başladı anlatmaya.

“O gün usta geldikten sonra epeyce düşündüm. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum tabii. Ben bu çocuklara düzgün bir hayat sunamazdım. Ve Müzeyyen’i evlatlık vermeye karar verdim sabaha karşı. Sabah koştum ustamın yanına ‘Usta haber ver gelsinler alsınlar’. Usta başını salladı sadece. Eve gittim. Çocuklara durumu açıkladım. "Mustafa," dedim, "seni yatılı okula verecem.". Mustafa ağlamaya başladı. Müzeyyen’in de gözleri doldu. O an çok katı kalpliydim. Seni de başka bir aileye verecez. Ben bakamıyorum size. Ben de gidiyorum buralardan zaten. İkisi de hüngür hüngür ağlıyordu. Duvar gibi oturuyordum karşılarında.

Öyle bir durumdaydık ki torunum, ne yapsak bir çıkar yolu yoktu. Ana baba yok. Para yok pul yok. Elden bir şey gelmiyor.

Akşama doğru geldiler Müzeyyen’i almaya. Hiç unutamam o anı. Sarıldı bana, hüngür hüngür ağlıyordu. Ben de ağladım. Çok ağladım. Birazdan gitti. O da son görüşümdü Müzeyyen’i zaten.

Ertesi gün Mustafa’yı tuttum elinden şehre götürdüm. Yatılı okula gittik. Müdüre yalvardım. Dedim alın bu çocuğu, devlet baksın. Ben bakamıyorum. Halimize üzüldü müdür. Kabul etti. Mustafa’yı yerleştirdik. Sonra ben eve döndüm.”

-İki çay daha gönder buraya.

Dedemin gözleri dolmuştu.

-Dede, Mustafa’yı görmedin mi bir daha?

-Yok.

Çaylar geldi. Dedem anlatmaya devam etti.

“Sonra Almanya’ya gittim. Yedi sene çalıştım. Paramı biriktirip döndüm, hemen askere yollandım. Orada okuma yazmayı öğrettiler sağ olsunlar. Ben de o bulduğun o sırada yazdım. Askerden dönünce çocukları aradım. Müzeyyen ben gurbetteyken bir hastalığa yakalanmış. Ölmüş. Mezarına gidebildim sadece. Mustafa'yı buldum ama görüşmek istemedi benimle. Bir daha da hiç görüşmedi.

Yıkıldım resmen. Yine tek başıma kaldım. Sonra babaannenle evlendirdiler bizi.”


Bir çırpıda anlatıverdi tüm hikayesini. Çok üzgün görünüyordu. İkimiz de sustuk. Dayanamadım sordum.

-Dede, pişman mısın?

-Çok. İnsanın ailesinden, evinden başka hiçbir şeyi yokmuş bunu anladım. Hala Müzeyyen’i düşünürüm. Gencecik yaşta verdiler toprağa. Belki üzüntüsünden hastalandı, benim yüzümden. Mustafa yüzüme bile bakmak istemedi. Ne için? Paranın peşinden koştum. Rahatlığa koştum. Bakamadım iki çocuğa diye verdim yaban ellere onları. Unutma torunum, ailenden başkası yalan. Bunu asla unutma.

Cevap veremedim. Gözlerimiz dolu, çayımızı içip eve geri döndük.