Tarih, 1800’lerin sonları, 1900’lerin başları. Yer, Amerika Birleşik Devletleri. Yazarlarımız: Jack London ve Edith Wharton. Peki, yazarlarımızın kahramanlarımız aracılığıyla aktardıkları temel konu nedir? Çarklarını keyfince döndüren bir toplumda, bireyin dişlilere takılmadan kendine bir alan yaratma çabası diyebiliriz sanırım. Daha doğrusu, ait olduğu ya da olamadığı bir sınıfın getirdiği kısıtlamalardan ötürü ya bu alandan yoksun kalması ya da o daracık alanda kendini yapayalnız bulması. Dönemin Amerikan edebiyatının iki mutsuz kahramanının koşut da görünseler karşıt yönlere doğru giden yollarının kesiştiği nokta işte tam da bu bunalım ve düş kırıklığı odasıdır; varılacak zıt noktalar ise ne yazık ki birer çıkmaz sokaktan ibaret olacaktır, zira Martin’in de Lily’nin de ne başka yollar arayacak güçleri ne de gerisin geri dönmeye gönülleri vardır.


Jack London’ın kahramanıyla aynı adı taşıyan romanının başında toplumun yoksul kesiminden gelen, hayatının büyük kısmını gemilerde, dalgalar arasında dünyanın dört bir yanına savrularak geçirmiş yirmi bir yaşındaki Martin Eden ile Edith Wharton’un Keyif Evi adlı romanının ilk sayfasında ise maddi gücünü yitirmiş varlıklı bir ailenin yirmili yaşlarının sonlarındaki kızı Lily Bart ile tanışırız. Birbirine taban tabana zıt dünyalardan gelen bu iki kahramanın ortak noktası ise toplumun her kesimine sinmiş samimiyetsizlik, ikiyüzlülük ve yüzeysel ahlak anlayışından kaynaklanan aidiyetsizlik duygusu ve bunun getirdiği acılar olacaktır.


Cahil, kaba, yontulmamış ve kavgacı bulduğu alt sınıfın yaşamından sıyrılıp kendini kibar, görgülü, bilgili ve ince zevk sahibi olacak şekilde eğiterek başarılı bir yazar olma yoluna baş koyan Martin’in öyküsündeki tetikleyici öge, bir bakıma kendi dünyasının Lily Bart’ı sayılabilecek Ruth Morse’a duyduğu aşktır. Öyle ki bazı noktalarda Martin’in araç ve amaç edindiği şeyler arasındaki çizgi gittikçe bulanıklaşır ve Martin’in gösterdiği tüm çabanın Ruth ile evlenmek uğruna verilen bir mücadeleye dönüştüğünü görürüz.


Yine de genç adam, varlıklı burjuva kızına beslediği duyguların yoğunluğuna karşın keskin zekasının genel kabul görmüş kurallar kitabını yırtacak kadar sivrildiği durumlarda gerçek düşünce ve isteklerini sevgilisinden gizleyemeyecek kadar hesapsız ve dürüsttür. Ruth’un ise bu durum karşısında, Lily Bart’ın kendi öyküsünde birçok kez yapma girişiminde bulunduğu şeye, yani kendi sınıfının kurallarını, ön kabullerini ve önyargılarını sorgulamaya cesaret edemediğini görürüz. Kendi bakış açısını genişletmek ve düşüncelerini gözden geçirmekten aciz genç kadının art niyetle olmasa da Martin’i kendi kafasında kalıplara göre şekillendirme çabası ve Martin’in buna boyun eğmek bir yana, giderek daha yakından tanıdığı burjuva dünyasına karşı günden güne daha eleştirel bir tutum takınması, kahramanımızın aklı ile kalbi arasında açılan ve sonunda onu yutacak uçurumun adeta ilk habercisidir.


Martin’in içinde doğduğu tabakanın zıt kutbundan gelen Lily Bart içinse durum biraz farklıdır. Onun için bulunduğu konumdan ya da ait olduğu sınıftan bilinçli bir kurtulma çabası değil, servetini ve gençliğini yitirdikten sonra alışkın olduğu yaşam biçimine tutunma çabası söz konusudur. Buraya kadar her şey çevresindeki kitlenin umduğu gibidir, ne var ki Lily’nin de, içinde büyüdüğü New York sosyetesinin de hesaba katmadıkları bir şey vardır: Dönem koşullarında burjuva toplumunca “geçkin” sayılan genç kadın, beklenenin aksine yaşı ve içinde bulduğu maddi koşullar nedeniyle standartlarını düşürmeyecek, etrafını saran “elit” tabaka ise Lily’nin gerek içinde bulunduğu zor durum, gerek hisleri ve beklentileri konusunda onun düşündüğünden katbekat katı ve insafsız olduğunu gözler önüne serecektir.


Romanın başlarında Ruth Morse’a göre daha cesur, atak ve gözü pek bir burjuva kadını portresi çizen Lily’nin kendi gibi düşünmeyi ve dilediğince davranmayı göze alabildiği her anın sosyal itibarı açısından ağır bedelleri olacak, kendini dört bir yandan kuşatılmış hisseden kahramanımız nihayet kendi hisleriyle yüzleşme gücünü ve cesaretini bile yitirecek, içtenlikle isteyebileceği her şeyi yitirdikten sonra bir de zar zor razı geldiklerinin bile parmakları arasından kayıp gitmesine seyirci kalacaktır.


Her iki romanda da aşkın galip gelmesini engelleyen koşullar her türlü duygusal bağı bir çırpıda ezip geçmiştir: Martin Eden’da yanlış sebeplerle, yanlış kişiye aşık olan, aslında daha ziyade aşık olduğunu zanneden Martin, içine girmeye çabaladığı yeni dünyaya yakıştıramadığı Lizzie Connolly’nin ilgisini görmezden gelir. Romanın sonlarına doğru artık Ruth’un etkisinden kurtulmuş bir Martin, Lizzie ile yeniden karşılaşıp onun hislerinin derinliğini fark ettiğinde ise artık çok geçtir, çünkü genç adam kendi yerinden bile emin olamadığı bir hayatta Lizzie’yi nereye koyacağını bilemediği gibi, Lizzie de Martin’in sevgisini ve saygısını gösterme biçimini doğru şekilde anlamlandırmakta zorlanmaktadır. Toplumsal sınıfının ve ailesinin baskılarına boyun eğerek Martin’i terk eden Ruth’un sonradan yaşadığı pişmanlık ise hiçbir şeyi değiştiremeyecektir.


Keyif Evi’nde ise Lily Bart, bahsettiğimiz kendi hislerinden kaçınma durumu nedeniyle kendisine duygusal anlamda bir şey hissettirebilen tek erkek olan Lawrence Selden’ı düşük geliri nedeniyle yanlış bir aday olarak niteleyip kendinden uzaklaştıracak, Selden ise Lily’nin ona adım atmaya istekli olduğu nadir anlarda sosyetenin sürekli döndürdüğü söylenti ve yargılama çarklarına kapılacaktır. Genç kadının çevresindeki diğer adaylar ise onun kendine dahi itiraf etmese içten içe arzuladığı aşk evliliğini yapabileceği erkekler olmak bir yana, servetini zaten yitirmiş ve gençliğiyle güzelliğini de yitirmek üzere gözüyle baktıkları Lily’yi olsa olsa kötünün iyisi bir seçenek olarak görmektedirler.


Gerçekten oldukları kişi ve çevreleri tarafından olmaları istenen kişi arasında gerili incecik bir ipin üzerinde denge kurmaya çalışan iki kahramanımız eninde sonunda bitkin düşeceklerdir, zira en küçük bir denge kaybı yaşamaları ve terazinin öz benlik kefesinin her türlü ve süs ile eklentiye en ufak ağır basması durumunda onları hiçbir şekilde sevmeyecek ve benimsemeyecek, çıkar, gösteriş, dedikodu ve riya üzerine kurulu bir dünyanın içine yuvarlanacaklardır: Martin’i yeteneği ve başarısı yayınevleri tarafından kabul görünceye kadar tembel, yontulmamış, işe yaramaz biri olarak gören ve meteliksizken aç kalmasına göz yuman, başarı ve yüksek gelir elde ettikten sonra ise adeta bambaşka bir insana dönüşmüş gibi el üstünde tutan, maddi ve toplumsal anlamda zıt kutupların samimiyetsizlik ve erdemsizlikte uzlaştığı bir dünyadır bu. Lily’nin ise yerini kâh korkaklığa, kâh ihtiyatsızlığa ve boş yanılsamalara bırakan ataklığı çoktan dengesini bozmuş, eş adayları ve sosyete hanımefendilerine karşı görünüşü kurtarmak için katıldığı briç partileri ve yaptığı harcamalar, ondan romantik jestler bekleyen erkeklere ödenmesi gereken borçlara dönüşmüş, düşmüş kahramanımızın ruhundaki canlılıktan geriye ne kaldıysa dedikodu çarkının dişlileri arasında ezilmiştir.


En sonunda Lily, alışageldiği yaşam koşulları ile duygusal arayışlarını uzlaştırabileceği bir dünya aramanın nafile çabasından tükenip gider; Martin ise onu içtenlikle, sadece kendisi olduğu için sevebilecek bir avuç insanla konuşacak bir şeyi kalmadığını, duygusal ve zihinsel gereksinimlerini aynı anda karşılayabilecek, anlam bulduğu ve keyif aldığı bir hayat yaşamanın olanaksızlığına boyun eğer. İki kahramanımızın durumunda da üzerinde cambazlık yaptıkları ipi kesecek olan kendi elleridir. Biri yoksulluktan zenginliğe, diğeri zenginlikten yoksulluğa doğru yol aldıktan sonra geldikleri noktada artık hayattan bekleyebilecekleri hiçbir şey kalmamıştır.


İp kesildikten sonrası Eden var Bart için sonsuz bir boşluk ve karanlık mı, yoksa sınıfsal beklenti, kural ve zorunluluklardan kurtuldukları başka bir varoluş boyutu mu olmuştur, o herkesin hayal gücüne ve inancına kalmış. Ancak yirminci yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla geçişi yaşamış bambaşka kuşaklar olarak biliyoruz ki, ipin altında durup düşeni linç etmek için bekleyen toplumlarımızda fazla bir şey değişmedi.