Elindeki yıpranmış sepeti kucağına alarak dev çınar ağacının gölgesinde bekleyen Salih'in, güneşin nefes almayı zorlaştıran sıcaklığından ve gölgedeyken esen hafif rüzgarın tenine değmesiyle içi geçmişti. Başının etrafında dönüp dolaşan ve sanki dünyada konacak bir yer yokmuşçasına vızıldayan karasinek olmasa şuracıkta derin uykuya dalacak, kasabaya gitme işi haftaya kalacaktı.


Karasinek Salih’in burnuna konmakta ısrar ederken Salih de uyku halinde olmasına rağmen sineği tokatlayıp duruyordu. Dayanamadı, bir gözünü yarım açtı. Karşısındaki sinek tüm kuvvetiyle vızıldıyor, sonra gelip tekrardan Salih’in burnuna konuyordu. Salih ilk fırsatı yakalayıp tokadı yapıştırdı. Bu tokat sinekten çok yüzüne gelmişti. Sağlam bir küfür savurduktan sonra doğruldu. Sarı saçlarının altındaki küçük sivilceleri canı yanana kadar kaşıdı. Kökleri tüm köye yayılmış ağacın serin gölgesinden çıkıp anasının, Gül Hatun’un yanına geldi:


“Ana, sepeti hazır ettin mi? Az sonra yola koyulacağım.”


Gül Hatun, beyaz şalını omzuna atıp eliyle yüzyıllık kapıyı gösterdi.


“Kapının ardında oğlum. Hele gitmişken babana da o zıkkımlandığı tütünden al. Bitmedi içmesi. Bırak artık be adam bırak! Para var içersin anlarım ama yokken ne diye içersin?”


Gül Hatun'un birden kıvılcımlanan öfkesi adamına değil, son zamanlardaki verimsiz toprağaydı. Mübarek yağmurun her sene olduğu gibi aynı zamanda yağmasına rağmen toprak bir türlü yeşillenmemiş ve ürün vermemişti. Bağ, bostan kuru; yüzüne bakılmaktan ırak kalmıştı.


Önüne düşen ağarmış saçlarını kulak arkasına sıkıştırıp Salih’e döndü:


“Oğlum, kasabada biliyorsun yeni fabrika açılmış. Gençleri, gücü kuvveti yerinde olanları alıveriyorlarmış. Komşunun oğlu Hasan da uzun zaman evvel girmiş. Sen de bir dene şansını hele. Hem Hasan da var, birbirinize yarenlik edersiniz.”


Sarı saçlarının altındaki sivilceleri tekrardan kaşıdı Salih.


“Haklısın ana, şu sepettekileri manav Hikmet’e teslim ettikten sonra bir bakınayım. Hasan’ı da görür, konuşurum,” dedi. Sepeti omzuna atıp yarım saat sürecek yola koyuldu.


Elindeki meyve dolu sepeti ilk başlarda rahatça taşırken zamanla aynı ağırlıktaki sepet bir kayaya dönüşüvermişti. Hep böyle olurdu. Kasabaya, yolunun yarısına geldiğinde acıyı ilk başta omzunda sonra aşağıya kayarak belinden bacaklarında hissederdi. Sarı saçları da güneşin vurmasıyla altına dönüşür, hafif terli yüzüyle güneşi taşıyormuş görüntüsü yansıtırdı.


Osmanlı'dan kalma, bir tarafı sağdan sola, diğer tarafı yukarıdan aşağıya Arapça yazılarla doldurulmuş su hayratının önünde durdu. Oluk oluk akan soğuk suyu yüzüne, saçlarına sürdü. Hayratın kenarına oturup düşündü. Şu bahsedip durdukları fabrika sahiden iyi miydi? Makinalar nasıl çalışır, nasıl iş yapardı? Şaşılacak bir şeydi. Hasan’ı bulup her şeyi öğrenmeliydi. Tarla bu sene umut edilecek bir halde değildi. Öğrenmeliydi fabrikayı, Hasan’ı bulmalıydı.


Yola tekrardan koyulup kasabaya vardığında gördüğü ve dikkatini çeken ilk şey yüzlerce insanın koca bir binanın önünde kirli, mavi üstleriyle bir şeyler yiyip içtiğiydi. Okuması vardı, başını kaldırıp köydeki on dam genişliğinde olan fabrikanın en tepesine koca koca harflerle asılmış yazıyı okudu:


“Mobil… Mobilya… Mobilya Fabrikası.”


Güneş, fabrikanın hemen üzerindeydi. Mavi tulumlu birbirinden farklı yüzlü işçiler yavaş yavaş içeriye doluşuyordu. Sigarasını bitirmekte uğraşan, üst üste sigarayı içine çeken işçiden sonra kimse kalmamıştı. Az önceki kalabalık yok olmuş, zilin çalmasıyla fabrikadan sesler yükselmeye başlamıştı.


Salih yere bıraktığı sepeti kucaklayıp kasabanın merkezinde, fabrikanın az ilerisinde olan manava vardı. Manav Hikmet kalın bıyığının esiri olmuş dudaklarıyla ezbere, alışılagelmiş bir şekilde sesleniyordu:


“Taze taze efenim, buyruuun… Buyurun uygun fiyatlar buyurun… Erik yeni geldi efenim, ekşi eriiik!”


“Buyurduk Hikmet Ağa! Nasılsın görüşmeyeli?”


“Ooo! Salih'im hoş geldin. İyiyiz be, sen nasılsın?” dedi, üzerinde büyük harflerle Mobilya A.Ş. yazan sandalyeyi gösterdi.


“Otur hele! Ver ellerindekini de. Heh şöyle.”


Salih söylenenin üzerine sepeti yere bıraktı. Kızarmış yüzünü sildi. Manav Hikmet gölgeliğe sakladığı soğuk sudan getirip Salih'e uzattı. Yüzü gülüyordu Hikmet’in, seviyordu Salih’i. Boylu poslu, genç ve yakışıklı bir delikanlı olmasına rağmen hiçbir zaman kendisine saygısızlık etmemiş, hep efendiliğini konuşturmuştu. Sözleri de öyle açıktı ki asla üzerine yorum yapılmazdı. Yalnız büyük bir kusuru vardı: çok dürüsttü. Sözlerinde yalan aranmaz, bulunmazdı. Ne hissediyorsa açıklar, saklamazdı.


Hikmet, Salih’in elinden bardağı alıp yamacına oturdu. Ellerini Salih’in dizine vurmadan önce yüzüne baktı. Koca fabrikayı gözetliyordu. Sanki alacakmış gibi.


“Ne getirdin bize Salih'im. Az geliyorsun bu aralar hayırdır inşallah?”


Salih gözlerini fabrikadan hiç ayırmıyordu. Bu koca yapının içinde binlerce insanla beraber çalışabilir miydi? Çalışmadan önce acaba kendisini işe alırlar mıydı? Kapıdaki yüzlerce genci görmüştü. Hepsi de gücü pek duruyordu. İşe girmek için bekleyen, çevre köylerden de kendisi gibi iş arayışında olan da vardı. Acaba Hasan kendisine yardımcı olur muydu diye düşünüyordu. Sonuçta çocuklukları beraber geçmiş, düğününde de çok yardımı dokunmuştu. Arkadaşlardı; candan öte olmasa bile arkadaşlardı.


“Salih! Daldın gittin öyle. Gözlerini de ayırmaz oldun fabrikadan. Girmeyi mi düşünüyon yoksa?


“He ya! Köyde işler kesat gidiyor. Babam bile boşta sayılır. Hiçbir şey eylemeden sadece sigara içip durur. Ben de diyorum ki, gencim ya hani gidip çalışayım fabrikada. Hem bir köylüm de var. İyi olur, yabancılık çekmem.”


Manav Hikmet, Salih’i uzun uzun süzdü. Gözlerine baktı, durdu. Salih’in gözleri “Ben aslanlar gibi çalışırım, ekmeğimi gerekirse taştan çıkarırım.” diyordu. Ama gerçekler vardı. Bu gerçekleri olduğu gibi anlatmalıydı.


“Salih, bak oğlum. Değil bu fabrikada, hiçbir fabrikada çalışmak kolay değildir. Zordur, canını alırcasına yorar seni. Ağırdır, canın çıkana kadar kullanır seni. Girmek en başından heveslendirir insanı ve girmek için de epey zorlarsın şartları. Sırada bekle, birilerinin önüne geç, kalabalığın arasından sıyrıl da göster kendini müdüre. Girdin diyelim, ya sonrası? Felaket o zaman başlıyor. Şu an senin gibi yüzlerce genç çabalıyor orada. Kanları sıcacık, derileri dipdiri olunca hissetmezler acısını; yorulmaya vururlar.” dedi. Ellerini çenesini götürdü. Yere bakarak devam etti:


“Ama sonrası… Yani aradan elle tutulur yıllar geçtikten sonra başlar durduk yere bir yerlerin ağrımaya. Aniden kan öksürürsün, kıpkırmızı. Farkındayım kafaya fena takmışsın, cezbetmiş seni büyüklüğüyle.”


Salih fabrikaya esir gözlerini manava çevirdi.


“Cezbetti sahiden. Ekmek yok Hikmet ağabey. Mecbur dişimizi sıkacağız. Uzun yıllar sonrasını şu anda düşünecek halde değilim.”


Hikmet düşündü; isminin hakkını vermek istedi. Kendisinden sürekli alışveriş yapan işçilerin anlattıklarını hatırladı:


“Peki! Madem girmek istiyorsun sana birkaç şey anlatayım. İşçi olabilmek için -fabrikanın sürgülü demir kapısını gösterdi- şu bekleyenlerin önüne geçmelisin. Varsa içeride tanıdığın, işin kolaylaşır, girersin. Girdikten sonra da dikkat et! Hırsızı da var, üçkağıtçısı da. Kızlar da çalışıyor burada bak! Ona göre uçkuruna hâkim ol! Yoksa işten atarlar bir daha da giremezsin.”


Salih’in yüzünde son duyduklarından sonra garip, ani bir gülümseme belirdi. Bu gülümsemeden “ben yapar mıyım bunu” ya da “sen beni hiç tanımamışsın ki” gibi anlamlar çıkartılabiliyordu. Manava döndü:


“Var ol Hikmet ağabey. Şimdi sen şu sepetin içindekilerin karşılığını bana ver de önce fabrikanın sonra da evin yolunu tutayım.”


Hikmet yerinden kalkmadan önlüğün içinde dolaştırdığı elini çıkartarak sepetin ederini verdi. Salih de doğrulmuştu; ellerini sıktı ve oradan fabrikaya doğru elinde boş sepetle ağır ağır yürüdü. İlk işi Hasan’ı sormaktı. Onu bulacaktı; çocukluğunda ona nasıl yardımlar edip paçasını kurtardıysa şimdi de o, elinden tutup paçasının kirlenmesine sebep olan çukurdan çekip çıkaracaktı, çıkarmalıydı.



Devam edecek…