Demir sürgülü kapının önünde şaşkınlıkla bekliyordu Salih. Yaklaştıkça artan tedirginliğinden dolayı duraksamıştı. Etrafına baktı. Koca koca demirlerden oluşturulmuş binanın önüne gelince anladı ki büyük bir yerdi karşısındaki fabrika. Dev gibi. İnsanı yutup, korkutacak cinsten.


“Hey!”

“?”

“Sana diyorum Toprağam!”


Salih’in dalıp gitmesi kalın, kara bıyıklı bekçinin seslenmesiyle bozulmuştu. Adamın üzerindeki kıyafette fabrikanın ismini görünce daha da yaklaştı.


“Kolay gele! Hasan’ı soracaktım. Burada mı çalışır?”


Kara bıyıklı, orta yaşlı bekçi Salih'e yanaştı. Demirlere yaslandı.


“Hangi Hasan bu? Onlarca Hasan var. Nerden bilelim!”


Salih bir kere daha anladı fabrikanın büyüklüğünü. Şaşırmadı.


“Hasan İğlik diye geçer adı. Hani benim gibi biraz sarıca. Orta boylu,” dedikten sonra ekledi: “Şu aşağı köyden, Çimlik’ten.”


“Hee! Sen şu bizim uçkuru düşük Hasan’dan bahsediyorsun. Ha ha ha! Ulan sen bu deyyusun akrabası mısın yoksa? Eğer öyleysen yemin olsun içeri almam. Ha ha ha!”


Salih azıcık daha yaklaştı. Düşündü de düşündü. Kimden bahsediyordu? Bizim Hasan mı bu? Kesin karıştırdı, onlarca Hasan var sonuçta, diye düşündü. Başını kaldırdı.


“Emmi! Sen karıştırmış olmayasın sakın? Hasan iyi çocuktur, hem de evlidir.”


“Yav sen ne dersin! Ben şu gördüğün koca fabrikanın açıldığı ilk günden beri buradayım ve bizzat tanırım herkesi. Sen ne bakıyon yaşıma? Beni ihtiyar mı belledin?”


Bekçi kızar gibi konuşuyordu ama bıyık altından da gülmeden edemiyordu. Salih’in karşısında ciddiydi ciddi olmasına ama içi kıpır kıpır gülüyordu.


“Ben… İlk günden diyorum… Ta ilk günden beridir buraya giren çıkanı tanırım. Müdür bilmez ama ben bilirim. Ya… Gözünden de anlarım ne bok olduğunu. Ne sandın sen beni?”


Salih şaşırıp kalmıştı. Az daha gözümlen görmesem inanmam, deyiverecekti. Tuttu kendini. Belli ki işe girmenin ilk sınavı atıp tutan bekçiyi geçmekti.


“Hay Allah! Şaşırdım Emmi. Bizim Hasan benim çocukluk arkadaşım, akranım, köylüm. Görmem icap etmişti de. Şaşırdım şimdi.”


Kara bıyıklı bekçi kapıyı açtı. Kaldırım da bekleyen onlarca genç ayaklandı. Bekçi, Salih’in kolundan sertçe tutup içeri çekti. Kapıyı tekrar kapattı. İşsizler de çaresiz bir şekilde tekrardan yerine oturdu. 


“Senin şu Hasan’ı gel beraber görelim. Görelim ki iyicene tanı sende. Ha ha ha!”


Bekçi önde, Salih arkada mesafelerini hiç bozmadan adım adım yürüyorlardı. İçeri girer girmez duyulan korkunç sesin etkisiyle kulaklarını kapatmış ve bekçinin kendisine bakarak güldüğünü görmüştü. Kara bıyıklı bekçi kıllı parmaklarıyla sağı solu büyük bir alışkanlıkla gösteriyor, yanından geçtiği işçilere fabrika müdürü edasıyla baş selamı veriyordu. 


Salih sesin şiddetine kendiliğinden alışınca ellerini kulaklarından yavaşça çekti. Etrafına bakındı. Her yer ve her şey metaldi. Fabrikanın kocaman cephesi, şapka gibi duran tavanı, merdivenleri, ağır makinaların hepsi metaldendi. İşçiler ellerindeki koca ağaçları yontuyor, sonra yontulan ağaçlar şekil verilmesi için başka bir alana taşınıyordu. 


Bekçi, Salih’in kolunu dürttü. Göz göze geldiler. Eliyle ağzıma doğru yanaş işareti yaptı. 


“Şimdi başka bir alana, depoya geçiyoruz. Sana Hasan’ı göstereceğim ama sakın ben sana onu göstermeden ses etme! Tamam mı?”


Salih başını “Tamam.” der gibi salladı. Bekçi sessizce içeri girdi, ardından aynı adımlarla Salih.


Kapı açıldı. Salih bekçinin hemen ardındaydı. Nedensizce heyecanlanmış, gürültünün yerini sükut almıştı. İçeriye kalasların arasından geçtiler. Bekçi durdu, Salih de ardından. Bekçi işaret parmağıyla iki kalasın arasından deli gibi sevişmekte olanları, Hasan’ı gösterdi. Salih her şeyden önce emin olmak için adamın yüzüne dikkat kesildi. Hasan'dı bu, Hasan'dı Hasan olmasına ama yüzündeki saflık yerini hırçınlığa, insana huzur veren siması da deccale dönüşmüştü. Elleri mavi önlüklü kızın bacaklarına gitmiş sıkıca sıkıp sıkıp bırakıyordu. Duruyor, öpüyor sonra yine öpüyordu. İnsanın içini gıdıklayan şehvet sesleriyle sevişenlerin yüzü değişmiş, kendilerinden geçmişti. Ara ara karşılıklı gülüşmeler oluyor sonra da “Dur yapma, olmaz!” sesleri duyuluyordu. 


Bekçi, Salih'e baktı, güldü. Sonra bıyığını ağzı sulanmış bir biçimde kıvırdı kıvırdı, bıraktı. Salih de gördü ki bekçi de kendinden epey geçmişti. Sevişenler gibi. 


Salih şaşkınlığını atlatmış değildi henüz. Gözleri Hasan’ın yüzüne ne zaman değse aklına çocukluk yılları geliyor, gözlerini ne zaman kaçırsa bu sefer de duyduklarıyla yeni evlenmiş kadına; Hasan’ın eşine acıyordu. 


Bekçi bir iki öksürdü. “Hasan, İğdiş Hasan neredesin?” diye uyarıda bulundu. Hasan’la kız hemen, telaş içinde toparlandılar. Solukları artık daha net duyuluyordu. Bekçi bir daha seslendi: “Hasan burada mısın, neredesin? Sana hemşerini getirdim. Bak hele!” 


Hasan aniden fırladı. Nereden çıktılar ulan bunlar dercesine söylendi. Küfürler savurdu. Sonra hemşeriden kimi kastettiğini anlamaya çalıştı. Tamamen toparlanınca da kızı arka kapıdan usulcana yolladı. Ses verdi.


“Geliyorum geliyorum, az bekle hele! Nerdesin Bekçi emmi? Heh, buradaymışsınız.” 


Hasan karşısında birden Salih'i görünce kalakaldı. Baktı baktı durdu. Anlamaya çalıştı. Düşündü ama bir türlü neden fabrikada hatta onun da ötesinde, en uygunsuz anında burada olduğuna mâna veremedi. Az önceki şehvetli sevişme şimdi korkuya dönüşmüş, yerini pişmanlık duygusu kaplamıştı. Acabalarla köylüsüne baktı. Bekçi kıs kıs gülüyordu. Aslında gülmemeye gayret ediyordu ama beceremiyordu. Salih'e baktığında ise eşini görüyordu. Yeni evlendiği, akşamları peygamber sabrı içinde kendisini bekleyen kadını görüyordu. 


Bekçi kısa süren sessizliği bozmak için söze girişti “Bak kardeş! Bu senin Hasan’ın değil mi? Ben sana herkesi tanırım demedim mi? Dedim! Haydi bana müsaade. Öğle arası geliyor. Siz konuşursunuz artık. Ha ha ha!”


Bekçi; elleri ardında, sivri burunlu iskarpinin topuklarını yere vura vura gidiyordu. Hasan, Salih’e döndü. Bir şey söylemek istiyordu ama aklındaki soru işaretlerinden dolayı kelimeler mühürlenmiş gibiydi. Bir iki silkelendi. Salih’e döndü:


“Kardeş hoş geldin. Ne iyi ettin de geldin! Gel şöyle -kol kola girdiler- Anlat hele nasılsın, Gül Hatun anam nasıl?”


Bir boşluğa düşmüştü Salih, düşünüyordu. Ne için gelmişti sahi? Ne görmüştü ve ne yaşamıştı, anlayamıyordu. Belki anlıyor ama bütünleştiremiyordu. 


“Hoş bulduk Hasan kardaşım, bizimkiler de iyiler şükürler olsun. İyiler iyi olmasına ama geçinmek zor şu sıralar. Tarladan gelen midemizde yer edinemiyor. Anlayacağın o kadar az mahsul çıkıyor. Bende düşündüm de, aslında ben değil, anam dedi de geldim yanına. Fabrikalar bu sıralar pek işçi alırmış, iyi de yevmiye verirmiş. Demem o ki, -yutkundu, ellerini birleştirdi- bana bu fabrikada… iş bulur musun? Hani… aracı olur musun?”


Hasan birazcık rahatladı. Salih’in gördükleriyle bir yükün altına girmişti ama şimdi Salih ondan iş istiyordu, işe girmesine yardımcı olmasını istiyordu. Yükü hafifledi, bir serinlik çöktü. Terini sildi. Her ne kadar Salih’in köyde kimseye kendisini rezil etmeyeceğini bilse de Salih’e iş bularak kendi işini, evini, eşini sağlama almak istiyordu. Her şeyin tıkırında, hiç bozulmadan devam etmesini istiyordu. 


Salih çocukluk arkadaşına bakakalmıştı. Bir cevap bekliyor, bekledikçe ufaktan heyecanlanıyordu. Hasan yüzüne yakışmayan hafif bir tebessümle arkadaşının koluna girdi. “Ah Salih,” dedi içinden. “Dürüst ve ahlaklı olmak bu sahtekar dünyada kazandırmıyor. Bırak dünyayı şu fabrikada bile ekmeğini kazanmak için bin bir türlü haksızlığı uygulamayı, başkalarına yapılana ise görmezden gelmeyi gerektiriyor. Dürüst olmak demek, doğrularla hayatını süslediğini zannetmek. Bu dünyada koca bir hiç. Sadece hiçtir!"


"Salih'im, elimden geleni yaparım. Şüphen olmasın. Şimdi fabrikanın müdür yardımcısına giderim, durumu öğrenir sana da haber ederim. Azıcık çay ocağında beklersin. Olur değil mi?”


Salih teşekkür eder gibi hafifçe gülümsedi. Önüne döndü. Toz duman içinde kalmış olan zemine bakıyordu. Eskimiş, yüzyıllık kapıdan geçerken zemini görmüyor, sadece bakıyordu. Hiçbir şey düşünmeden işini, verimsiz tarlasını, anasını, babasına alacağı tütünü, Manav Hikmet’in ettiği sözlerin hiçbirini düşünmeden sadece önüne bakıyordu. Öylesine bakıyordu…


Son.