Çocukluğum, büyükannemin ablasının yatak odasında, yüz yıllık bir iskemlede Larnaka’yı ve Beyrut’u dinlemekle geçti. İkiye bölünmüş bir adada 50 kilometre uzaktaki Larnaka’yı yirmi sekiz yaşımda, uçakla kırk beş dakikalık mesafedeki Beyrut’u kırk yaşımda görebildim. Savaşların eksik olmadığı bu coğrafyada, fırsat buldukça gittiğim Larnaka sokakları, çocukluğumda anlatılanları gözümde canlandırmam için hazırlanmış bir film seti gibiydi. Ata toprakları olan Lübnan’da, Hiba'nın evindeki beşinci günümdeyim. Büyük teyzemin de yaşamış olduğu bu evde huzur ve sevgi dolu günler geçiriyoruz. Lübnan çok güzel ancak Paris kadar pahalı bir şehir. Her on yılda bir İsrail tarafından bombalanmasına rağmen kendi küllerinden yeniden doğuyor ve Orta Doğu’da bir inci gibi parlıyor. Güney’de Filistin topraklarından 1940’lı yıllardan beri mülteci alırken şimdi buna bir de Suriyeli mülteciler eklenmiş. Lübnan ve Beyrut’un kelime anlamlarını dün öğrendiğimde, Beyrut’un hemen yakınındaki bembeyaz karlı dağlardan geldiğini anlıyorum. Burada Arapça bir başka duyuluyor. İçinde Fransızca saklı kelimelerle konuşuyorlar ve herkesin ağzından sanki şarkılar dökülüyor. Lübnan akşam saatlerinde karanlıklara gömülmesine rağmen insanları memleketlerine büyük bir aşk duyuyor. "Arap dünyası bir araya gelebilse bu acıların hiçbiri yaşanmazdı." diye bir konuşma geçtiğinde hep birlikte yere bakıp sessizliğin içinde kayboluyoruz nargile kokusunda. Zahterli ekmeğin kokusu tüm acıları bir anlık siliyor, nefis kokuyor. Burada ağzınıza ne koysanız kendiliğinden eriyor. Lübnan mutfağında geçen çocukluğumda bu lezzetler bana büyükannemi özletiyor. Zahter kokusu tüm Lübnan’da buram buram tütüyor.

 

Baalbeck, Tanrı’nın Vadisi. Burası, Beyrut’un iki saat kadar uzağında, İsrail’in göz koyduğu Golan Tepeleri’nin güneyi ve arkası Suriye sınırı. Dün gözlerimi hüzünden açamadığım Suriyeli mülteci kamplarından, Tanrı'nın Vadisi Baalbeck’e kadar "Neden?" diye sorduğum ve isteyerek fotoğraf almadığım saatler yaşıyorum. Sebebi belki saygı, belki hüzün, belki de onları resimleyip insanlara "Vay be!" dedirtip yapmacık hüzünlerine şahit olmak istemeyişim. Baalbeck tarih kokuyor ve gördüklerim beni büyülüyor.

 

Anjar bölgesi, Ermenilerin. Lübnan’da farklı dinler, mezhepler, huzur ve sevgi içinde birlikte yaşıyor. Gümüş takılarıyla ünlü Anjar’da, bizi zahter kokuusyla karşılıyorlar ve Nora adında bir kadın düzgün Türkçesiyle "Hoş geldiniz, nasılsınız?" diyor. Madlen adındaki rehberimiz Ermenilerle pazarlık yapılmaması gerektiğini söylüyor. Vedalaşıp ayrılıyoruz. M.Ö. 8. yüzyıldan kalma altı yüz dükkânlı bir arkeolojik alanı geziyoruz, zahter kokusu ve korna sesleri giderek yok oluyor.


Ertesi gün tüm aile bir araya geliyoruz, masalar kuruluyor, lezzetler gerçekten inanılmaz ve bizim unuttuğumuz Osmanlı mutfağının onların geleneksel mutfağı olduğuna şahit oluyoruz. Biz dört kedili bir evde huzura uyanıyoruz ve bu Lübnan sabahında burnuma zahter kokusu gelirken aklıma mülteciler düşüyor. "Beyrut’u anlatmak öyle kolay iş değil." diyorlar, bu coğrafyada bombalar patlar, bir sürü insan ölür ama kimseler duymaz. Kaldığımız ev, otuz yıldır tam altı kez yeniden restore edilmiş, kurşun delikleri kapatılmış. Savaşın yorgun izleri ve hüznü karışıyor piyano seslerine. Çiğ kuzu ciğerini soğan ve ekmekle ısırırken arak kokusu sarıyor nefesimizi. Sabahları, Abdallah’ın kurduğu kahvaltı masasında biz Fransızca günaydınlaşırken ona Arapça "Günaydın" diyoruz. Öyle sadık ki işine, öyle sessiz, öyle kendi hâlinde, Sudan’dan Lübnan’a ailesine daha iyi bakabilmek için gelmiş, Abdallah’ı çok seviyoruz ama bunun ötesinde, okuma yazma bile bilmeyen ben yaştaki bu adam farklı bir duygu uyandırıyor bende. Sabahları Abdallah masaya kruvasan koyuyor, çıtır çıtır taptaze, her lokmada farklı bir lezzet geliyor kruvasanlardan, en çok hoşuma zahterli olan gidiyor "Kaç Fransız zahterli kruvasanın tadına bakmıştır?" diye düşünüyorum. Abdallah yanında çay getiriyor, bıkmadan hep ne istediğimizi soruyor, görevi memnun etmek. Bilmiyor ki "Zahterli Kruvasanın" kokusu yeter de artar. Fransız kültüründen gelen kruvasanı zahterle hazırlayacak kadar kendine güveniyor Lübnanlılar, tıpkı Arapçanın içine kattıkları Fransızca kelimeler gibi.


Dünyanın en eski fosillerinin olduğu bir Maronit köyünde, hiç eskimemiş binalarının arasında dolaşıyoruz. Bir vatoz fosili takılıyor gözüme, hayat gerçekten suda başlamış. Byblos, bize bugün çok iyi davranıyor, misafirperver sokaklarında adımlıyoruz. Lübnan yemeklerinin olduğu bir köy lokantasında yemek yiyoruz.

Beyrut’un güneyinde, İsrail’e doğru Saida kentinde doğmuş büyükannem. Lübnan’da uyanacağımız son üç sabahımız kaldığını fark ediyorum. Savaş yorgunu kadının kedili evinde bizi çok özleyeceğini söylüyor duvarlar. Sarılıyoruz, ayrılık vakti yaklaşırken, hüzün doluyor içimiz. "Flower of Damascus" adında bir yere giriyoruz. Damascus, yaseminleriyle ünlü güzelim bir şehirken şimdi ne hâldedir kim bilir? Beyrut’ta, Damascus Sokağı bile var, sınır komşusu Suriye ile yemeklerinin birbirinden hiç farkı yok. Lübnan gecelerinde, The Flower of Damascus’un altı kişilik orkestrası Arap halk ezgilerini ve Fairouz’dan eserler söylerken ezgiler içimize işliyor, bizim meyhanelerimizde çalınan ve söylenenlerin ne kadar yozlaştığını konuşuyoruz. Gecenin sonunda orkestraya gidip teşekkür ediyoruz. Lübnanlı kadınlar, giyinmeyi, süslenmeyi ve eğlenmeyi çok iyi biliyorlar. İnce çorap üzerine giydikleri şortlar, topuklu ayakkabılar, özenle yapılmış saçlar, bir an "Ben neredeyim?" sorusunu sordurtuyor bana. İnsanların bir elinde nargile, diğer elinde arak, herkes bir ağızdan bu orkestraya eşlik ediyor ve dans ediyor gece boyunca. Flower of Damascus’da Lübnan gecelerinin çok ilginç bir yüzünü daha görüyoruz, insanlar buraya sabah dörde kadar geliyorlar ve gece hiç bitmiyor buralarda. Özellikle hafta sonları Beyrut sokakları hiç sessizleşmiyor. Biz son sabahımıza kuş sesleriyle uyanıyoruz. Kırk yaşımda görebildiğim bu güzel ata topraklarına veda etme zamanı.

Lübnan’ın ağzının tadı hiç bozulmasın, Orta Doğu’da hep bir inci gibi parlasın, küllerinden yeniden doğacak bombalara maruz kalmasın. Öyle güzel ağırlandık, karşılandık ve sevildik ki ayrılmak zor olacak buradan. Hoşça kal güzel Lübnan, denizinin mavisi, havanın kokusu, yıldızların, kuşların ve insanların hep barış içinde yaşasın.

 

         "Dört kedili kadın ve kocaman evi, zamanın durduğu bir öğleden sonra, her yer soğuk buz gibi. Duvarlarda sadece annesinin, babasının resimleri... Dört kedili kadın ve uçsuz bucaksız evi, kırk yaşlarında Afrikalı erkek bir hizmetçi, akordu bozuk bir piyano... Savaşın izleri her yerde ve karanlık güzel ellerinde aydınlanan sabrın teşekkürü gibi. Dört kedili bir kadın, ağzında Fransız şarkıları, huysuz, yalnız, kararlı ve savaş yorgunu, tüm evin yerleri, koltukları yatakları. Uzakta kalan bomba sesleri, çok yakında toplanan mülteciler, Akdeniz’in karşısında güzel memleketim ve dört kedili kadının yalnız evinde boynuma sarılan yaşlı kedi. Sabah uyandığımda camın arkasından bakan, denizde çekilmiş çocukluk resmim..."

 

         "Siz hiç zahterli kruvasan yediniz mi?" Ben denedim ve çok sevdim.