Nakışlı ak tülbenti toprağa doğru sarkmış olan Fatma ana körelmiş keseri toprağa vurup toprakla beraber nefesleniyordu. Kendi derisi kırışmış, toprak ise kuruluktan çatlamıştı. Kendisi gibi toprakta yaşlanmıştı gayrı. Bir türlü yeşermiyordu, yeşertemiyordu. 


Toprak, Fatma ananın her darbesinde “su” diye inlemekte ve anaya yalvarırcasına bakmaktaydı. Vurdukça toprak, geçen yıllar misali toz oluyor, bitiyor, baharda çözülen kar misali eriyordu. Ana da biliyordu ki, su lazımdı. İnsan gibi o da candı. Canandı. Anlardı doğanın halinden. Bilirdi elbet. Bilmeseydi ya nasıl yaşatırdı toprağı yıllar yılı. Biliyordu da işte kör olası hayat, zalim hayat bırakmıyordu yakasını. 


Kader acılara doymak bilmezdi. İnsanı bir hiç edene kadar tüketir, yok ederdi. Fatma ana henüz tükenmemişti. 


Fatma ana seneler evvel eşini toprağa gömmüş, dul kalmıştı. Bu en büyük acılarının ilkiydi. Yetmemiş körpe oğlunu, biricik Samet’ini nehirde zalim hayatın ellerine teslim etmişti. Bir sabah vakti duyulan çığlıklara koşmuştu da gariban oğlununun kımıldamayışını, ipince uzandığını görüvermişti. Ah kör olaydı da görmeyeydi. Kör olaydı da… 


İşte o gün nehir tüm kızgınlığıyla akıp giderken yanık ağlama sesleri, derin feryatlar yükselmişti. Sesler acıydı. Nehir de “Benim bir günahım yok” dercesine çığlık atmış, su azdıkça azmıştı. Jandarma ise azgın nehirden çıkarılan Samet’in nefesine, kalbine, nabzına herbir şeyine bakmıştı da Fatma anaya bakamamıştı. Başını kaldıramamıştı. Utanmıştı gariban. Söylemeye dili varmamıştı. İki kere sağa sola başını salladı da anlaşılmıştı her şey. Nehrin sesi, insan kalabalığı ve yerde büsbütün uzanan Samet… 


Ana çok sonra oğlunun yüzüne bakmıştı da ağlaması şıp diye kesilivermişti. Sametin nur gibi yüzü ışık çalıyordu. Melek gibi. Parlıyordu büsbütün… Parlıyordu… Parlıyor…


Fatma ana artık toprağı da düşünmüyordu. Elleri kaskatı olana kadar vur babam vuruyordu. Topraktan “küt” sesi, Fatma anadan “ah” sesi çıkıyordu şimdi. Bir ağlıyor, bir kızıyordu. Teri bir yandan akıyor, gözyaşı da bir yandan ıslatıyordu yanaklarını. Vurdukça düşünüyordu. Soruyordu kendisine; vurduğu her keser darbesi zalim hayata mıydı yoksa şu acımaktan başka bir iş görmeyen köylüye mi? Kendisi de bilmiyordu. Bilmiyordu işte! Öfkesi yüreğini öyle doldurmuştu ki göz yaşları kendiliğinden akıp gidiyordu. 


Ah ölmeseydi ya oğlu. Ah ölmeseydi ya yeni evermiş oğlu. Gitmeseydi ya! 


Ah çekerek bir kuru toprağa, bir zalim hayata, bir de talihsiz kaderine vurdu. Yalnızlığını yüreğinde hissetti. Toprak da ana gibi üç kere derin bir ah çekti. 


Elindeki keseri acı içindeki susuz toprağın üzerine bıraktı. Belini tutarak doğruldu. Baktı uzuncasına. Nasırlı elini koydu da kırışmış alnına gölgelik yaptı. Baktı. Kızı, talihsiz gelini Sümbül, damın kenarında biten çok eski zamandan, sanki Ademden önce var olan ağaçla hasbihâl ediyordu. Bir şey anlatıyordu ya, anlamasa da biliyordu. Bilmez miydi oğluyla konuştuğunu, görmez miydi gözlerinden parıldayan ışığı. Yine derin bir ah çekti Fatma ana. Yüreğinden bir nefes boşaldı. Gelini, kalan azıcık aklını şu Adem ağacıyla yitirmiş, sevgilisini, körpe eşini anlatarak kendisini tüketmişti. 


İkindi vakti köyün yeşil minaresinden ezan sesini duyunca gitti kuyudan tüm gücüyle su çekti. Azına çoğuna hiç bakmadan su verdi. Toprak su diye inleyip serinlerken ahırdaki inekler de su, ot diye ağlamaktaydı. Fatma ana duydu. Çiçekli entarisini yüzüne sürdü. “Bismillah” dedi de yürüdü. Terden gözleri yanmıştı. Ipıslaktı. 


Nasıl yetişiyordu her bir şeye kendisi de bilmiyordu. Yetişebiliyor muydu aslında ondan da emin değildi. Her bir şeye azıcık yetmekte hiçbir şeye tam anlamıyla yetişememekteydi. 


Topallayarak ahırın kapısına vardı. Girdi de bitmiş olan suyu tamamladı. Çıktı yan ahırdan otları aldı. Gelişigüzel serpiştirdi. Tam bitirecekken arkasından başını minnetle sürten  Akkızı gördü. Ne güzel bakıyordu öyle! Bir güzel sarıldı, öptü, öptürdü. 


Ana düşünmeden edemiyordu şimdi. İnsanoğlu da şu hayvanlar kadar vefa bilseydi nolurdu? Rahmetli kocası şu köydeki her damda emeği yok muydu da kendisine zalimce sırt çevirmişlerdi. Cenaze namazında imam sorunca “helal olsun” diyip geçersiniz de rahmetli helal eder miydi hiç? Ya oğlu? Rahmetli körpe oğlu da köylünün hayvanlarını az mı sürmüştü ovaya? Az mı emek vermişti komşu tarlalarda. Az mı? Nankördü işte insan. İşine gelmeyeni hiç görebilir mi? Saklanır bir böcek gibi de “aman” der. Utanmaz, korkar. 


Fatma ana hatırladıklarıyla coşmuş tüm yorgunluğunu unutmuştu. İçi nefret doluydu şimdi. Kin doluydu. Topallığını unutarak tüm heybetiyle çıktı ahırdan. Kocasını öldüren kadere eyvallah çekti. Döndü. Oğlunu boğan azgın nehire baktı. Sesini dinledi. Zoraki derin bir eyvallah çekti. Gelinine, aklını yitirmiş kızına baktığı zaman da yutkundu. “Ah” dedi. Ellerini göğe, başını güneşe çevirdi. Tüm gücüyle bağırdı: “Sana hakkım haram ey hayat!” dedi. “Yapışacağım yakana! 


Hesap vereceksin! 


Hesap vereceksin! 


Hesap ve-re-cek-sin! 




Devam edecek…


(Fotoğraf: Sümeyye Fırat)