Sonbahar filminin Yusuf karakterini konuşturmak...



Sonbahar, bir geçiş, bir ayrılık. Sonbaharda dökülen yapraklar gibi, hayat da katman katman dökülürken ardında unutulmuş hikayeler bırakır. Bir sonbahar gününde sokaklarda dolaşırken, her köşede bir hatıra, bir gülüş görüyorum. Sararan yapraklar, bir zamanlar taze olan gençliğin izlerini, kaybedilen umutların gölgelerini geri getiriyor. Her bir yaprak, bir hikaye anlatıyor bana. Rüzgarın hışırtısı, geçmişimdeki yankılarla doludur. Yankıları duyduğumda, içimde umutla birlikte bir soğuk hissederim. Geçmiş mi daha üşütür, gelecek mi insanı? Geçmiş belirsizlikten kurtulurken, geleceğim de belirsizlikten kurtulmuş mudur artık? Hayatın döngüsü; bir yandan büyürken, bir yandan yıkıma mahkum olduğumun farkına vardırıyor. Bunlar olurken sanki zaman benim için durmuş; herkes ilerlemeye devam etmiş ama ben bir kenarda kalmışım.


Sonun yaklaştığından haberdarım. Bir son var bu kaçınılmaz. Ama ne zaman, nasıl yakalayacak beni? Bu sonu düşünerek yaşamak ne kadar mümkün? Herkes bilir bir gün her şeyin sona ereceğini ama kaçış yolları arar. Ben, kaçışın mümkün olmadığını biliyorum ve onu görmezden gelerek gerçekliğin ağırlığı altında nasıl yaşayabilirim? Her şey bir o kadar hızlı ama bir o kadar yavaş. Hayatım ellerimin altından kayıp giderken, onu yakalamaya artık mecalim yok; bir fayda da getirmez. Ama yine de kışın ortasındayım, yine de hissediyorum bazı şeyleri sondan kaçamadığım gibi kışın güzelliğinden de kaçamıyorum. Atıyorum kendimi karların koynuna; soğuk beyaz örtü beni sarmalarken, her bir tanesi üzerimdeki sıcağı içine çekiyor. Karın o yumuşak dokusu, sanki beni nazikçe boğuyormuş gibi hissediyorum. Soğuk beyaz örtü beni kucaklıyor sanarken, bir mübadele başlıyor bir anda. Sonu bilmemin soğukluğu, karların soğukluğu ile alay ediyor. "Sen de soğuk mu sanıyorsun kendini?". Karlar kendini soğuk zannediyor, "Alsam seni içime öleceksin" diyor. Öleceksin. Sonu bilmemin soğukluğu daha savaşın ilk başında galip geliyor, beyaz karları alt ediyor. Sonu bilmemin soğukluğu "Öleceksin" diye parmak sallamıyor bana; karların yüzüme çarpmasından daha soğuk çarpıyor yüzüme: "Öleceğim" bu kesin. Soğuk, bir savaş gibi üzerime geliyor; beni çaresiz bırakıyor.


İçimde kalan her şey, zamanın geçişiyle yavaşça silinip gidiyor. Bunları düşünerek yaşamak ne kadar mümkünse, o kadar yaşıyorum. Zaman ben sonu bekledikçe daha yavaş akıyor sanki şimdi. Geçen zamanı geri getiremiyorum, geleceğe koşamıyorum; koşsam da düşeceğim bir boşluğun içine, havalanamayacağım gökyüzüne. Artık özgürüm ama ne anlamı var? Özgür olmak neyime yarar bundan sonra? Yoksa sonu bilmek daha bir özgürlük getirir mi bana? Bilmek, özgürlük vaadeder mi insana? Yoksa sıkıca bağlar mı beni sonun soğukluğuna. Kendimi atsam karların koynuna, bağırsam gökyüzüne avazım çıktığı kadar, değiştirebilir mi talihimi, aşk kabul eder mi beni artık? Sonunu bilen bir adam ne kadar özgür olabilir? 


Sonu bilmek soğuk karları alt etmekle kalmıyor; aynı zamanda Karadeniz'in hırçınlığı ile bile baş edebiliyor. Önce hırçın dalgalarla yüzleşmek zorunda bırakıyor beni. Dalgalar, bir yandan beni itiyor, diğer yandan kaygılarımı çıkarıyor ortaya. Her bir dalga sanki "Sonunu kabul et!" diyor, derin sulara doğru çekerken soğuk gerçeğin ağırlığını omuzlarımda hissettiriyor. Hissettiriyor, hissettirmesine ama gerçekle savaşa giren Karadeniz'in hırçınlığı baş eğiyor ona. Bu sefer sonu bilmek hem soğuk hem de hırçın oluveriyor. Biliyorum ki hiçbir şey baş edemeyecek bununla. Ne o hırçın dalgalar, ne karlar, ne de sonbahar.